Sic parvis magna

18 Ağustos 2017 Cuma

5. Gün / Durmitor'dan Saraybosna'ya

Dün epey yorulmuşuz, bugünkü program biraz daha rahat olunca sabah geç kaktık.
Bol oksijen yanında da güzel bir köy kahvaltısı, oldukça canlandırıcı! Yaylada yetişen hayvanların sütünden hazırlanmış tereyağı, peynir ve taze süt ile bal ve reçel bunların yanında da hamur kızartması ve köy ekmeği, daha ne olsun? Dünkü maceralardan sonra ne olsa yeriz zaten!

Kahvaltı sırasında da Kıbrıs'a gideceğim kesinleştiği için hemen telefona sarılıp uçak biletimi ayarlamaya koyuldum! Sonunda Kıbrıs'a gidiyorum be! Gezi içinde gezi planı yapmak mı? Tam bana göre...

Bu arada kaldığımız yerde bizimle beraber bir İngiliz çift de var. Onlarla biraz sohbet edip çevreye dair bilgiler aldık. Çiftin Karadağ'da evleri olduğu için her yaz buraya tatile geliyorlarmış, ne hoş değil mi?

Sabah sabah epey oyalandıktan sonra biz de arabamıza atlayıp Durmitor'un içlerine doğru yol alıyoruz. Bir yayladan öbür yaylaya geçmek için önce nehir seviyesine kadar inmek gerekiyor. Hal böyle olunca da sonu gelmeyen keskin virajlardan döne döne yayladan aşağı iniyoruz yine... İşte günlerdir gittiğimiz yollar böyle! Dün gece karanlıkta geçtiğimiz yollarda böyleydi sanırım...


En aşağı inince fotoğraflarını gördüğümüz o göle geldik. Fakat göl kurumuş olduğu için beklediğimiz manzara yoktu ama çok daha farklı yemyeşil bir çayır karşıladı bizi. Rüzgarla ahenk içinde dağların arasında dans ediyordu, aynı filmlerde dalgalanan ekin tarlaları gibi... Nefes kesici!


Durmitor içinden Žabljak'a giden diğer yol, vadinin üst kısmında uçurum kenarından gidiyor... Dün biraz benzin aldığımız kasabaya çıkıyor yani. Bu arada yol boyunca yine heyelanlar var, hatta kimi zaman durup yoldaki taştaları temizledikten sonra devam edebiliyoruz.


Bizim de aslında depomuz neredeyse boş, acaba bu yoldan Žabljak'a gidip biraz benzin mi alsak diyoruz? Sonra oraya gidene kadar ben bu arabayı Bosna&Hersek'teki Foca kasabasına kadar götürürüm dedim ve geri yola koyulduk.



Tepelerde biraz dolaştıktan sonra tekrar buraya geri döndük. Göl kenarından dağlara doğru güzel bir trekking rotası varmış. Fakat öncelikle soldaki aç ayının oynamadığını hatırlatalım! Haliyle ekmeğimizi peynirimizi çıkarttık öğlenliğimizi ezdik oracıkta.

Hava iyice kararmaya başladı, gök gürültüsüne göre trekking şansımız yok. Yağmur konusunda tecrübeli biri olarak, yağmurdan önce 10 dakika vaktimiz kaldığını biliyorum. Toplanıp yola koyulma vakti! Dönüş yolunda ise ormanda ufak çaplı bir ralli yaptık. Aslında Karadağ'da WRC yapılsa yeri var, oldukça da keyifli olur! Hemen aşağıda parkuru da izleyebilirsiniz.




Kaldığımız yere vardığımızda ise yağmur iyice kuvvetinin arttırınca yola devam etmek için bekleme kararı aldık. Bu sırada dünkü gibi internet problemi olmasın diye yola çıkmadan önce rota bilgisini ailelerimize de ilettik.

Bugün artık Karadağ'dan çıkacağız, vaktimiz arttığı için de akşam saatlerine doğru Saraybosna'ya varabileceğimizi düşünüyoruz. Önce dün akşam mücadele ile geldiğimiz yolu geçip aşağıdaki köye varacağız oradan da anayola çıkmak için bir başka arayolu geçeceğiz. Bir süre sonra ormanların içinden geçe geçe anayola tepeden bakan noktaya geldik artık buradan aşağı dolana dolana ineceğiz. Taşın içine oyulmuş aydınlatması olmayan bir sürü değişik tünellerden geçip anayola bağlanıyoruz! Artık yol şartları daha düzgün.

Buradan itibaren nehir kenarından sınıra kadar devam edeceğiz. Sınıra yakın bir barajın tuttuğu bu su seviyesinde azalma var, eski fotoğraflarda su yolla aynı seviyede gözüküyordu aslında, ama yaz olduğu için su seviyesinin azaldığını düşündük. Tüneller tepeler derken bir süre sonra baraja vardık. Arabayla üstünden geçeceğiz, hep yapmak istemişimdir bunu! Önce arabayı yolun kenarına bıraktık, sonra da yağmur başladı tekrar. Barajın korkuluklarından karşıdaki manzaraya bakıyorum. Aman tanrım! Bu nasıl bir vadi! Bu efsane görüntüye kitlenip kaldım adeta! Meğerse inanılmaz derin bir vadiymiş burası, şöyle bir düşünülürse barajın arkasında devasa hacimde bir su var! Şu aşağıda otlarla sarılı şey yoksa eski yolun köprüsü mü? İnanılmaz!

Bu sırada bir minibüs durdu, rehber içinden inenlere baraja dair bilgiler veriyordu. Korkuluklardan aşağıyı göstererek baraj duvarının nasıl da göbek verdiğini gösterdi ve ekledi,

"Bu baraj hasarlı ve herhangi bir müdahale yapılmıyor. Eğer yıkılırsa Bosna&Hersek tarafında 5 tane kasabayı haritadan silebilir. Umarız ki yakın zamanda patlamaz!"


Yıkılma tehlikesi olan barajın üstündeyken...
Şaka falan değil, gayet baraj duvarı balon yapmış araba lastiği gibi bize bakıyor. Su seviyesi ise riski azaltmak için kontrollü olarak azaltılmış olmalı diye düşünüyoruz. Baraj yıkılmadan Saraybosna'ya kadar varmamız lazım artık! Arabaya atlayıp tekrar yola çıktık, şimdi barajın bu tarafında vadide nehir seviyesine kadar ineceğiz. Yol boyu rafting tabelaları gördük. Keşke buna ayıracak vakit ve bütçemiz olsaydı. Çünkü hava sisli ve çok mistik bir ortam var şu an! Şuradan 3-5 dinazor geçse tam bir Jurassic Park burası, evet buranın adını Juassic Park koydum! İnsanın ayrılası gelmiyor!

İşte sınıra geldik! Artık çok sevdiğimiz Montenegro'dan çıkıyoruz! Çok güzel zaman geçirdik burada, yıllardır merak ettiğim bir yerdi. Aradığımız doğaya kavuştuk onca zaman sonra, son bir yılki onca sıkıntıdan stresten sonra ilaç gibi geldi.


Sen Montenegro! Hırçın bir sevgili gibisin ama tüm sıkıntılarına göğüs gerene de sırlarını açıyorsun. Şimdi gidiyorum ama bir gün geri döneceğim...

Ayrıca yollar anlatıldığı gibi bozuk değildi, ama tecrübesiz sürücülere ve yükseklik korkusu olanlara da tavsiye edeceğim türden kesinlikle değildi. Onca yıldır yollarda edindiğim epey bir tecrübeden sonra bu yollar, böyle problemli bir araba ile yorucu ama sorunsuz geçti benim için. Hatta zaman zaman sürüş zevkini doruklarda yaşadım diyebilirim.

Buradan çıkıp nehrin üstündeki tek şeritli dar tahta bir köprüden karşı tarafa, Bosna&Hersek'e geçiyoruz. Giriş işlemlerimiz hızlıca tamamlanıyor, hedef Sarajevo, ileri marş!

İki ülke arasında, tahta bir köprü üstünde...

Marş olmasına da bu nasıl bir yol anlayamadık? Heryeri çukur dolu, yer yer kaymış. Normalde çift şeritli olan yol toprak kaymaları ile yer yer tek hatta yarım şeride düşmüş. Az önce kaymak gibi asfaltta yolculuk ederken şimdi bulduğumuz bu yol tam bir kabus. O kadar yol geçtik böyle kötüsüne rastlamamıştık. Ayrıca sınıra doğru da gelen oldukça fazla araç var, yani aktif olarak kullanılan bir yol lakin tamir edilmemiş oluşu düşündürücü.



Tam macera bitti derken, yepyeni bir macera başladı! Yolun bir tarafı sarp kayalık bir tarafı doludizgin akan nehir, yerler ise ıslak ve çamurlu. Araba da zaman zaman yol tutmuyor ve arkadan kayıyor, bunu artık epey hissediyorum. Biraz da terletiyor beni yol, ama umrumda mı? Hiç de değil! Çatur çutur, dolu dizgin Foca'ya doğru direksiyon sallıyorum, çünkü yakıtımız da bitti bitecek! Evet o kadar yolu boş depoyla gezdik! Çünkü araç bize boş depo verilmişti, teslim ederken de boş depo teslim edecektik.

Mücadelenin ardından Foca'ya, ilk benzinliğin olduğu yere vardık. 10KM'lik benzin koyduk arabaya, saate baktık, yolu hesapladık. Akşam 9-10 gibi Saraybosna'da oluruz diye düşündük. Programın aslında bu geceyi sınırı geçtikten sonra bir dinlenme tesisinde araba geçirirz diye düşünmüş ve kalacak yer ayırtmamıştık. Hemen benzinlikteki wi-fi'den Booking'e girip son dakika fırsatlarından Başçarşı'ya yakın bir yer bulduk. İstikamet Saraybosna!

Foca kasabasında, Drina nehri üstünde...

Yine dağların arasından vadilerden Drina nehririn kenarından, sislerin içinden devam ediyoruz. Yolda ise tek tük araba var, bir kasaba çıkışında yine kazaya rastadık. Bu sefer durum kötü, yağışlı havanın etkisiyle kaygan yolda kontrolden çıkan bir araba feci şekilde diğer arabaya çarpmış. Polis yolu kesmiş kanıt topluyordu. Üzüldük...

Dağların arasından dolana dolana vadi içine kurulmuş Saraybosna'ya indik. Kalacağımız yere doğru arka yoldan giderken birden bir patlama sesi geldi. "Okundu okundu top patladı!" Saraybosna'da hâlâ ramazan ayında iftar vaktinde top atılıyor. Hoş bir gelenek! Bu sırada biz de kalacağımız yere vardık, araba çekmeye yer bulamadığımız için biraz turladıktan sonra eskiden hatırladığım bir sokağa daldım direkt, tabi ki de ücretsiz park yerimiz orada bizi bekliyordu. Oradan kalacağımzı yere geçtik fakat bir türlü bulamadık, elimizde adres de var ama tam yeri bulamıyoruz. Sonra zorlayarak açtığımız bir bahçe kapısından içeri girdiğimizde kalacağımız yerin sahipleri bizi karşıladı. Aslında bize mesaj atmışlar fakat internetimiz olmadığı için görmedik. Hızlıca eşyaları indirip üstümüzü değiştik ve doğruca Başçarşı'ya indik!

3 yıl sonra tekrar Petica!

Vay be, tam 3 yıl sonra yine buradayım. Yine çok açım, gün boyu araba kullandım! Gidilecek yer belli! Tıpkı 3 yıl önceki gibi Petica'ya attım kendimi, aynı siparişimi geçtim. Korayla tam bir ziyafet çektik! Üstüne de bir tatlı yedik mi tamamdır! İftar saati sonrası Başçarşı çok hareketli bütün Saraybosna burada diyebilirim. Biraz gezindikten sonra biz de kalacağımız yerin yolunu tuttuk. Yarın tüm gün Saraybosna'dayız, sabah da biraz uyuyalım artık!

Macera dolu günlerin sonuna doğru geliyoruz artık...


19 Temmuz 2017 Çarşamba

4. Gün / Budva'dan Durmitor'a

Sabah yola çıkmadan önce Budva'nın kale içini gezelim istedik. Kısa bir yürüyüşün ardından kale içinin dar ama çok güzel olan sokaklarını gördük. Ama burada asıl görmeniz gereken şey, Budva'nın gayriresmi simgesi olan dans eden kız heykeli. Bu heykeli görmek için kale içinden çıkıp sahilde biraz yürümeniz gerekiyor. Heykelle ilgili çeşitli söylentiler olmakla birlikte tam bir hikayesi yok. Bir hikayeye göre Karadağ'ın ünlü bir jimnastikçisi buradaki uçurumdan aşağı düşerek ölmüş ve anısına bu heykel yapılmış.


Henüz kahvaltı yapmadık ve yola çıkmadan önce bir şeyler atıştırmak istiyorum. Açken ben ben değilim! Sabah sabah ızgarada yeni pişmiş etleri görünce hamburger kaçınılmaz cevap oldu bizim için haliyle! Evet, evet, hamburger ama köftesi dana etindendi ve inanılmaz lezzetliydi, aslında köfte de diyebiliriz o yüzden. Büyüklüğü ise neredeyse bir tabak kadardı, ekmeğe sığmayacak kadar büyüktü. Peki hamburgerin fiyatı mı? Sadece €2!

Eh karnımı doyurdum huzuru buldum. Şimdi yola çıkabiliriz. Bugün çok uzun bir yolumuz var, artık denizden uzaklaşıyoruz. Podgorica'ya giden anayoldayız. Eğer direkt olarak Karadağ'a uçarsanız, başkent Podgorica'ya ineceksiniz ve bu yol üzerinden Budva, Kotor ve Herceg-Novi'ye ulaşacaksınız. Yolu kısaltan ve kolaylaştıran bir tünel yapılmış bu rota üstüne. Tabi ki biz yine eski karayolunu tercih ediyoruz ve dağlara tırmanmaya başlıyoruz! Eh ben Bolu dağını çıkmayı da tünele tercih eden biriyim!


Bir kaç sollama derken, dolana dolana dağı çıkıp indik ve kendimizi Skadar gölü kıyısında bulduk. Burası Balkanların en büyük göllerinden biri haliyle çok büyük bir doğal yaşam alanı. Gölün karşı kıyısı Arnavutluk, İşkodra; bu tarafı ise Karadağ. Gölün üstünde geçen bir karayolu ve bir tren yolu köprüsü var. Bu tren yolu köprüsü ise Belgrad'dan Karadağ'a gelen tren yolunun uzantısı. Ayrıca bu yol en güzel manzaralı tren yolculukları arasında yer alıyor. Bir gün bu tren yolculuğunu da deneyeceğim!


Gölün hemen karşı kıyısında ufak eski bir Osmanlı kalesi var. Bu noktadan sonra Osmanlı hakimiyeti gözle görülür hale geliyor. Yolun devamında Podgorica'ya varıyoruz ve ikmal molası için bir markette duruyoruz. Karadağ'ın bağımsızlığı sırasında İtalya'dan destek aldığı söyleniyor. Eh haliyle marketlerde de İtalyan ürünleri fazlasıyla var. Bir koşu peynir reyonundayım, Santa Lucia Mozzeralla, işte buradasın! Yaşasın, nasıl da özlemişim seni!

Yola devam, şimdiki ilk durak Ostrog Manastırı, Denizden 900metre yukarıda bulunan manastıra yine dağ yollarından dolana dolana çıkıyoruz. Burası yoluyla çevresiyle Sümela manastırına benziyor. Arabayla belli bir yere kadar geldikten sonra park edip kalan yolu yürüyerek çıkıyorsunuz.

Dış kapıyı geçtikten sonra özel bir yoldan manastırın içine giriliyor. Mağara gibi girişi olan ufak bir kapıdan geçince bizi taşların üstüne çok güzel boyanmış freskler karşılıyor. (17.yydan kalma bu freskler Unesco koruması altındaymış.) Asıl önemli kısım, bir bekleme odası gibi yapılan bu küçük bölümden daha küçük olan içerideki kısım, geçip bakalım istedik ne var diye. İçeride bir papaz, bir lahitin içindeki mumyanın başında sürekli dua okuyor. İçeri giren insanlar ise mumyanın önüne eğilip elini öpüyor ve dua ederek dışarı çıkıyorlar. Biz o esnada kapı ağzında bakakaldık. Ne yapsak bilemedik, insanlara yol verdik, bu esnada papazın pis bakışlarına maruz kaldık ve bir problem çıkmasın diye usulca kendimizi dışarı attık.

Oldukça şaşırtıcı! Buraya bir çok insan geliyor, manastır içindeki sepetlere yağ, un, şeker gibi temel gıda maddeleri bırakıyorlar. Yine çevrede yer yatağında yatan bir çok insan var. Sonradan öğrendik ki burada yatan kişi Aziz Basil imiş ve her 12 Mayıs'ta Aziz Basil günü için insanlar buraya akın akın geliyorlarmış. Balkan ortodokslarının bir nevi hac yeri yani... Kimisi şifa bulduğunu da söylüyor. Ayrılmadan önce biz de burada akan kutsal su ile kendimizi serinletip/kutsayıp yolumuza devam ediyoruz!

Şimdiki hedefimiz, Tara nehri üstüne kurulmuş olan Durdevica köprüsü. Dağlara çıktık ormanların içinden sağ sol keskin virajları dönerken son virajda polis ve ambulansı gördük. Ne yazık ki bir araç kaza yaparak yol kenarına uçmuş. Üzücü... Bir süre daha dağların arasından yolumuza devam ettikten sonra geniş düzlüklere ve yaylalara varıyoruz. Yolun sol kısmında gözüken yüce dağlar Durmitor milli parkı, bu akşam orada olacağız! En azından umuyoruz...


1937-1940 yılları arasında yapılan betonarme köprü 365 metre genişliğinde ve nehir seviyesinden 172 metre yukarıda yer alıyor. Aynı zamanda yapıldığı dönem Avrupa'daki en büyük betonarme araç köprüsü imiş! Bazı köprüler gerçekten çok güzel! Ama ne yazık ki bu köprü de II. Dünya savaşı sırasında yıkılmış, lakin kritik bir bölgede olduğu için aynı planla tekrardan yapmışlar.


Köprüden manzara inanılmaz! Ama orada bir şey var,"O teller de ne öyle? Zipline mı kurmuşlar oraya?" Ben yüksekten tırsarım açıkcası ama tırstığım kadar da severim. Buraya kadar gelmişim de köprüden karşıya uçmadan mı döneceğim? Hiç sanmıyorum!  Koray hadi gel yapalım dedim, ilk başta yok ya falan dedi, ama YOLO (You only live once) dedim ve sonunda ikna ettim, sonrası malum!


Laa nereye gidiy haa bu, döndür beni, döndür beniii??? Ulaaa yırmağa gideyrum!!!haaa derken ters dönerek kolumu halata sürtmüş ve yakmışım ama acımadı kiiii!

Vakit epey geç oldu! Şimdi geri dönüp Durmito'a gireceğiz! Lakin yakıtımız da epey az, yoldaki tek kasaba üstündeki tek benzinlikten biraz yakıt alarak doğruca milli parka dalıyoruz. Durmitor epey büyük ama giriş yolu daracık. Aslında tüm yol sadece bir arabanın sığacağı genişlikte yapılmış!


Neyse yolda bizden başka kimse de yok zaten, az ileride manzarayı görünce arabayı yol ortasında bırakıp duruyorum. Dağlar, dağlar! "Bir yerden su sesi geliyor dur bi şu aşağıya bakayım... Heh valla su kaynağı buldum! Koray şişeleri getir abi arabadan!"  Gürül gürül akan bu kaynak suyu dağdaki eriyen karlardan geliyor. Haliyle su da buz gibi ve tadı da çok güzel! Şişeleri bagaja koyup yola devam ediyorum. Ufuktaki tepeleri aşınca nefes kesici bir manzara bizi karşılıyor! Arabayı kenara bırakıp burada gün batımını izleyeceğiz!


Güneş dağların ardından battı, koca bir günü devirdik ama hâlâ gideceğimiz yere varabilmiş değiliz! Artık yola devam etmeliyiz, tabi yine karanlığa kaldık! Bu gece kalacağımız yer bir yayla köyü, aslında buradan itibaren sadece 35 km yolumuz kaldı ama yol çok virajlı ve çoğu yerde uçurum kenarında sürüyoruz haliyle hızlı gidemiyoruz. O dolambaçlı yolları döne döne vadiden geçiyoruz, yer yer kuzular ve inekler var. Bir süre sonra bir inek sürüsü de önümüze çıkıyor. Tüm yolu kapatmışlar, onları ürkütmeden yavaşça kenara kaçırtıyor ve aralarından yola devam ediyoruz.


Tam yol azaldı iyice derken ormanlık alana girdik ve bir anda zifiri karanlık oldu çevremiz! Sis farları, uzunlar ne varsa açtım! Koray'ın elinde harita, sağ 3 sol 5 sol 4 sağ 2 bana yol tarif ediyor. Artık önüme ne çıkacak bildiğim için tam anlamıyla ralli yapıyoruz. Bu arada araba ufaktan kayıyor mu ne? Bir süre sonra bir yol ayrımına geldik ve etrafı keskin bir sarımsak kokusu, bizi de bir tedirginlik sardı! "Haydaaa ormanın ortasında neyin sarımsağı bu şimdi? Yoksa buranın da drakula gibi bir efsanesi falan mı var Koray?"



Sonunda! Haritada işaretli yere geldik, asfalt bitti son 200 metreyi de toprak üstünde gittik, dar ve kötü bir yokuş indik. Bir kaç ev var ama kimse yok! Çevrede ışığı yanan başka bir yere geçip Herceg Novi'deki gibi soralım dedik. Lakin önce buradan çıkmalıyız, etraf zifiri karanlık Koray araçtan indi bana klavuzluk yapacak. Arabayı binbir zahmet döndürdük, şimdi önümde açısı kötü topraktan yarık bir rampa var. "Ne yapacağım şimdi?"  Kaptırıp tek seferde çıkman lazım!" dedi Koray! Ama aracın debriyajı o kadar kötü ki, az basarsam gaz yemeyecek, çok çekersem de istop edecek! Yani en ufak hatada burada saplanıp kalmamız an meselesi. "Hadi Tunahan, yapabilirsin bunu!" dedim kendime, ara gazı verip arabayı kaptırdım tangur tungur derken tümseği ucu ucuna çıktım.

Işığı yanan ilk evde durduk. İçerde garip bir adam var ama soracağız başka çare yok. Yine telefonu çıkardım gösterdim, adama işaret ettim bir arayıversen de konuşsak. Yok adam ne arıyor ne de bir şey anlıyor. Bize geldiğimiz yolu geri dönmemizi orada bir kamp yerini tarif ediyor. Saat oldukça geç olmuş her yer karanlık arayıversen ne olurdu? Kızıp çıktık oradan, Ivan'ı sevgiyle andık! has adamsın Ivan!

Benim moralim bozuldu açıkcası, Koray ise "Olsun be, en kötü arabada kalırız, yemeğimiz var, dahası şarabımız var." diyor. "Şurada ışığı yanan başka bir ev var ona gidelim." dedim. Ama nasıl gideceğiz, ev tarlanın ortasında! Arabayı bırakıp gecenin karanlığında, belimize kadar gelen otların içine daldık! Telefonun ışığını yakmış el sallayarak adamın evine doğru yürüyoruz. Düşük bütçeli bilim kurgu filmi gibiyiz tam! Baktık adam da çıktı bize doğru geliyor, şimdi bu adam pompalıyı çıkartıp bizi vurmasın uzaylı diye?

Ertesi günden bir kare, yol biter biz yine de gideriz...
Adam bize eve gelin dedi, yok bu sefer güvenemedik, ışığı yanan başka bir yeri işaret etti Koray. Oraya gidelim dedik ve bingo! Aradığımız yer orasıymış! Onlar da saatlerdir bizi bekliyormuş!

Evet önce wifi lütfen, ailemize haber verelim! Gün boyu internet olmadığı için bizi merak etmişlerdir. Onlarla konuştuk, durum asayiş berkemal, dedik, epey merak etmişler bizi tabi ama bunca maceradan hiç haberleri yok.

...

Masaya oturdum ve gökyüzüne baktım! Tüm samanyolu üstümüzde! Derin bir nefes aldım...
Sonra arabadaki şarap aklıma geldi, tüm günün yorgunluğunu atmak için en iyi çözüm!

İzninizle ben artık kaçayım, bu gece samanyolu altında uyuyacağım...

Tamam oldukça zor bir gündü, gezinin belki de en kritik günüydü ama başarıyla bugünü de atlattık!

İnanmayanlara, yapamazsın diyenlere selam olsun!


13 Temmuz 2017 Perşembe

3. Gün / Sveti Stefan ve Budva


Sabah erkenden kalkıp güneş dağların ardından henüz yükselmeden balkonda kahvaltı keyfi yaptık. Kahvaltımız ise feta peyniri, domates, salatalık ve ekmek  ile tam Türk kahvaltısı. Vay be dedim kendi kendime, belki de yıllarca bekledim Karadağ'ı, ama böylesi hiç aklıma gelmezdi.

Şimdi yol vakti, Kotor'dan Budva'ya ulaşım oldukça kolay, hatta dağın altında bir tünel yapılmış ama biz yine manzaralı yolu seçip dağlara vurduk kendimizi. Yerel müzikler eşliğinde Budva'ya yukarıdan inişe geçiyoruz. Tam bu sırada yolun sağ tarafında bulunan dinlenme tesisi ve kafe oldukça güzel bir Adriyatik manzarası sunuyor. Yol üstü durulup bir mola sonrası kahve içilebilir. Hemen buradan aşağı giden bir başka yol ise eşsiz kumsallara açılıyor. Biz denize farklı bir yerde gireceğiz o yüzden buraları pas geçiyoruz.


Budva'ya vardık, burası oldukça hareketli bir yere benziyor. Radyoda elektronik müzikler de çıkmaya başladı. Budva eğlence hayatı ile meşhur bir yer! Yine ilk önce pansiyona gidip eşyalarımızı bırakıyoruz. Burada kaldığımız yer ise şehre 15 dakika yürüme mesafesi içinde, kocaman bahçesi olan hem kamping hizmeti veren hem de pansiyon hizmeti veren bir işletme. Buradan çıkıp marketten içeçek bir kaç şey alıp doğru oraya gidiyoruz! Yani Sveti Stefan'a! Oraya varmadan yolun sağ tarafında fotoğraf noktası var. Aracınızı park edip bu noktadan manzaranın tadını çıkartabilirsiniz. 


Biraz ileriden ise sağa dönüp Sveti Stefan'a inen yola gireceksiniz. Araç ile gelecekler için ufak bir uyarıda bulunalım, plajın hemen yanındaki otopark çok pahalı saati €2. Yol boyunca yol kenarına araba çekmek yasaktır levhası var. Risk alıp buraya çekmek istemedik, fakat bir çok arabanın da böyle bırakıldığını gördük. Biz de biraz daha yukarıda uyarı levhası olamayan bir yere aracımızı çekip aşağı kadar biraz yürüdük. Umarım arabayı çekmezler.

Budva'nın hemen ilerisinde olan bu adacık aslında bir balıkçı köyü olarak kurulmuş zaman içerisinde farklı amaçlara hizmet etmiş. Eski zamanlarda silah deposu olarak da kullanılan adacık genellikle Osmanlı donanması ve korsanlara karşı mücadele vermiş. 100 evi ve 3 kilisesi olan bu adacık şimdilerde adanın tamamı ve eski yazlık sarayın tamamı ünlü bir otel işletmesinde. Kiliselerden birinin Osmanlı donanmasından çalınan hazine ile yapıldığı da efsaneler arasında. Adadaki köylüler 1960larda anakaraya taşınarak burası turizme açılmış, Yugoslavya'nın dağılmasından sonra ise zor günler geçiren Karadağ yönetimi tarafından tekrar turizme katılmış ve lüks bir otele kiralanmış 


Otele giden lüks araçları sayamadık, süper lüks bir yer olsa gerek. Bir gün belki orada kalma şansımız olur belli mi olur? Peri masalı gibi bir yer sonuçta. Eğer kalmıyorsanız içeri girmenin bir başka yolu daha var, o da otelin restorantını kullanmak. Adacığa giden yolun girişindeki görevlilerden rezervasyon yaptırabilirsiniz. Fiyatların yüksek olduğunu belirtmekte fayda var fakat her şey girişteki panoda açıkça ilan edildiği için sürpriz yaşama ihtimaliniz yok.

Bizim kullandığımız kısım

Adacığın sağ tarafındaki plaj yine otele ait ve giriş ücretli. €120 verirseniz tek başınıza orada denize girebilirsiniz, biraz da dalgalı. Ama sol tarafında kalan plaj herkese açık, istediğiniz gibi şemsiye açabilir havlu serip yatabilirsiniz. Hafta içi olduğu için aşırı kalabalık da değildi. Biz bugünü keyif yapmaya ayırdığımız için 2 şezlong ve şemsiye tuttuk. Toplam €15 ödedik duş ve tuvalet de dahil ayrıca içinde wi-fi da var, bence bir daha düşünün. Hazır bu kadar iyi wi-fi bulmuşken bir canlı yayın deneyeyim dedim ama reytingler kötü, 5 kişi katıldı sadece. Gerçi bunları da pek okuyan yok ama ben de zaten okunsun diye de yazmıyorum. Kendime hatıra olsun diye yazarken meraklısına da not olsun diye ilan ediyorum. İnsan hafızası zaman içinde yanılıyor...

Deniz yine tertemiz ve berrak! Derinleşmesine karşın dibini pırıl pırıl görmek mümkün. Tabi bir de akvaryum gibi her yerinizi balıklar sarıyor. Biraz güneşlenip biraz da gölgede plajın tadını çıkarttık. Eh bütün bir yıl çalıştık didindik. Bence bunu fazlasıyla hakettik! Bu arada otelin tarafından arkaya doğru ağaçlık alan içinden bir yol gidiyor. Bu yolu takip ederseniz sizi eski kraliyet yazlık sarayına çıkartacaktır, buranın da manzarası çok güzel tabi yine burası da otele ait.


Akşam üstüne doğru manzaranın tadını çıkarttıktan sonra arabaya atlayıp Budva'ya geri dönüyoruz. Keyifler yerinde! Ver müziği!

Hazırlandıktan sonra Budva sahilinin yolunu tutuyoruz, burası oldukça hareketli ve kalabalık. Biraz Fethiye'ye benziyor ortam olarak. Bir sürü gece kulübü ise yanyana müşterilerini bekliyor. Budva gece hayatı ile meşhur, fakat asıl sezon temmuzda en büyük gece kulübünün açılması ile başlıyormuş. Plajda tanıştığımız bir Türk grubu ile akşam bir şeyle içmek için sözleşmiştik. Efendim yine tıpçıları buldum burada da! Onlar da benim yıllar önce çıktığım rotanın tersini yapıyorlar, 4 kız Makedonya'dan başlamışlar, yollarımız Budva'da kesişti, belki başka bir gün profesyonel hayatta kesişir yine... Keyifli bir sohbetin ardından dinlenmek üzere ayrılıyoruz. 

Yarın büyük gün! Gidilecek çok yolumuz, yaşanacak çok maceramız var...

6 Temmuz 2017 Perşembe

2. Gün / Herceg Novi'den Kotor'a

Dünkü yorgunluğun ardından sabah kuş cıvıltları ve balkondan odaya sızan güneş ile erkenden uyandık. Pansiyondan çıkıp eşyaları arabaya yükledik. Bu sırada Ivan da sırtında çantası ayağında terliği ile evden çıkıyordu. Hadi gelin yüzmeye gidelim, sabah sabah çok güzel olur dedi. Ah be Ivancım çok haklısın ama bizim program çok sıkı bugün, söz bir daha geldiğimizde yüzeriz.

Oradan ayrılıp Herceg-Novi şehir merkezine geçtik. Kale çevresinde dolandık tabi sabah erken olduğu için heryer kapalı. Kale çeversinde çok güzel bir halk plajı bulduk. Deniz harika, pırıl pırıl ve buz gibi! Biz ise sadece ayaklarımızı sokabildik bugünlük.

Kotor koyu girişi, Perast önleri

Arabaya binip camları açtık Kotor'a doğru koyu dolanarak gidiyoruz şimdi. Adriyatik Denizi'nin dağların arasından içeriye doğru yaptığı kıvrım çok hoş! Burada Kotor'dan önce eski bir Venedik kasabası olan Perast'a uğramadan dönmek olmaz! İtalya'nın karşı kıyılarında olduğumuz düşünülürse buranın Venediklilerin elinde olması hiç de şaşırtıcı değil. Osmanlı olarak bu bölgede pek varlık gösterdiğimiz söylenemez.

Perast'ın önünde 2 tane kayalık var, efsaneye göre bir gün zor bir seyirden gelen 2 Karadağlı denizci, buradaki sığlıkta kayaların üstünde İsa ve Meryem Ana ikonası görürler. Bunun bir mucize olduğuna inanan denizciler zaman içinde seyre çıkmadan önce buraya gelip bir parça taş atmayı alışkanlık haline getirmişler. Sığlık ise zamanla adaya dönüşmüş. Daha sonra ise üzerine önce küçük bir şapel yapılmış, ada gittikçe büyüyünce de şu anki yapıya çevrilmiş. Tüm denizciler sefere çıkmadan önce bu kiliseye uğrar, güvenli bir seyir olması için dua eder ve işlemeli gümüş plaklar bırakırmış. Bugün bu gümüş işlemeler hâlâ kilisenin içinde görülebilir.

Biz de adaya çıkmak ve biraz da deniz sefası yapmak için bot kiraladık. Önce adanın üstündeki kiliseye çıkıp gezdik, sonra tekne ile Perast'ın çevresinde gezindik. Perast'ı bir de böyle, denizden görmenizi tavsiye ederim! Kısa gezimizin ardından tekrar karaya çıktık. Eh artık öğlen vakti geliyor ve biz de epey acıktık. Ayhan Sicimoğlu'nun tavsiyesi üzerine deniz kenarındaki şık bir restorana oturduk. Eh buraya gelince yenecek şey belli! Taze balıklardan yapılmış balık çorbası ve özel sosla marine edilmiş balık kızartması bizim terchimiz oldu. Siz de zevkinize göre taze deniz ürünlerinden birini seçebilirsiniz. Yemek yediğimiz yerin manzarası doyumsuz, eh bir de bu manzaraya bir kadeh kırmızı şarap kaldırmak gerekir dedik!


Keyifli öğlen yemeğimiz sırasında, Adriyatik'ten süzülerek gelen bir Cruise gemisini de selamladık! Gideceğimiz yer ortak, Kotor! Onun peşinden biz de yola çıktık kısa bir yolculuktan sonra kalacağımız pansiyonun önüne geldik. Arabamızı garaja çekip eşyalarımızı da odamıza koyduk. Balkondaki manzarayı tahmin edebilirsiniz! Cruise gemisi tam önümüze park etmiş! Eh balkon bile rahat yok bize anlaşılan!

Pansiyondan yola çıkıp 10 dakika yürüdükten sonra Kotor'u çevreleyen deniz surlarının önündeyiz. Kotor da tipik bir Venedik şehri! Kanatlı aslan arması her yerde, mimari özellikler ben buradayım size diyor adeta! Nasıl güzel bir suriçi yerleşimi yapılmış anlatamam, hem de oldukça da büyük bir yerleşim. Suriçindeki şehri ve meydanlarını güzelce gezdik, gezerken de bazı dükkanlardan gözümüzü alamadık desem yeri var. Bir tane dükkan mercan ve değerli taşlardan çok kıymetli el yapımı saatler yapıyordu, bir diğer dükkan ise hristiyanlar için önem arzeden ikonaları ahşap işçiliği ve varak kaplama ile yeniden hayata kazandırmıştı.


Kotor'a gelince surlara çıkmamak olmaz. Kotor'u çevreleyen kara surları şehrin sırtlarında oldukça yüksek olan hakim bir tepeye kadar çıkıyor. Şehrin Osmanlılara karşı savunmasında da önemli rol almış olan bu surlara çıkmak için €3 verdikten sonra epey bir efor sarfetmeniz gerekiyor. Parmak arası terliklerle çıkmanız zor olabilir. Bizim elimizde tırmanış batonları olduğu için bir koşuda en tepeye kadar çıktık.

Lakin bizim de kan ter içinde kaldığımızı söylemek isterim, ama bu manzaraya kesinlikle değer! Buradan tüm Kotor ayaklarınızın altında. Eğer vaktiniz varsa Lovcen milli parkına kadar da bir trekking rotası varmış. Yoksa arabayla da ulaşım sağlayabilirsiniz. Fakat bizim ikisi için de vaktimiz olmadığı için oradaki manzarayı göremedik. Olsun bir dahaki sefere artık!


Kale çıkışının bir de inişi var tabi! İnmek daha mı zor ne? Aşağı varmanın verdiği keyif ve yorgunluk ile günü tamamlıyoruz. Pansiyona dönüş yolunca şehrin anakapısının önünde Karadağlı gençlerin halkoyununa rastlıyoruz. Gözümüze çarpan nokta ise Ayhan abinin de dediği gibi bu Karadağlılar çok uzun oluşu. Bu arada Kotor, epey turistik eh bu da her şeyin fiyatına yansımış durumda. Yemekler Perast'tan daha pahalı fakat kesinlikle daha güzel değil. Biz de markete uğrayıp atıştırmalık bir kaç şey alıyoruz. Meyve sebzenin de pahalı olduğunu söylemem gerek. Para birimi olarak Euro kullanan Karadağ bizi şaşırtıyor!

Gün batımında balkondan cruise gemimiz uğurluyoruz. Onlar yarın başka bir limanda olacak, eh biz de başka bir şehirde. Ama insan diyor "Ah o gemide ben de olsaydım..." Eh Kotor'u bir de gece görmek gerek dedik. Zira şehir gündüz epey kalabalıktı. Gece de hareketli olacağını düşünürek tekrar şehre geldik fakat bulduğumuz şey tam bir hayal kırıklığı oldu. Hemen hemen heryer bomboş, ve saat henüz 10 olmuşken Kotor tam bir hayalet kasabaya dönüşmüş. Biz de bir kaç kez şehri gece sakin ve serinken gezdikten sonra pansiyonun yolunu tutuyoruz.

Yarın dinlenme günümüz olacak, Budva'dayız. Deniz, kum, güneş yani!


1 Temmuz 2017 Cumartesi

1. Gün / Mostar'dan Herceg-Novi'ye

Uçak dağların üstünden süzülerek bir vadi içine kurulmuş Saraybosna'ya doğru inişe geçti. Nasıl heyecanlıyım anlatamam. Her adımda biraz daha yaklaşıyorum düşlerime...

Uçak yere indi apronda yerini aldı ve kapılar açılır açılmaz uçaktan hızlıca indik. Pasaport kuyruğuna takılmak istemiyoruz! Zira arabayı teslim aldıktan sonra oldukça dolu bir günümüz ve uzunca bir yolumuz olacak.

Bosna&Hersek henüz Türk vatandaşlarına vizesiz, henüz diyorum çünkü Avurupa Birliği'ne girmeleri söz konusu ve bizden önce girecekleri kesin. O yüzden hazır fırsat varken rahatça gidin görün derim.

Vizesiz ama tabi ki yine sorular sorular! Efendim pasaportu uzattım, polisin ilk sorusu geliş amacınız nedir? Turistik, der demez ikinci lafını söylemeden hemen gidiş-dönüş uçak biletimi uzattım. Daha önce şöyle bir maceram olduğu için hazırlıklıyım. Bunun üzerine hemen pasaport damgalandı ve artık içerdeyim! Sıra Koray'a geldi, yine amacınız nedir falan diye soruyor. Koray da başladı anlatmaya. Memura işaret ettim, arkadaşım o da benimle. Hemen Koray'a da bir mühür artık o da içerde! Geziden aylar önce, ben ne olursa olsun gidiyorum, eğer geliyorsan bu akşam biletini al demiştim o da atladı geldi işte!

Valizleri kaptık, hemen araç kiralama noktasına geçtik. Aracı daha önceden tutmuştum. Fakat bazı aksilikler oldu bunu detaylı olarak başka bir yazıda dile getireceğim şu an hâlâ firma ile tartışmamız devam ediyor. Ama o zamana kadar şunu diyebilirim ki AVIS'ten araç kiralamayın, kiralatmayın! Evet yanlış duymadınız!    AVIS   ❌

Aracımızı binbir not aldırarak görevliden teslim aldık. Daha doğrusu düşük km temiz diye bilinen / söylenen ama tam anlamıyla bir hurda olarak verilen VW Polo aracımızı! Herbir yanı vuruk çizik hadi onu geçtim de 105.000km ve boş depo! Durun daha ne sürprizler var onları biz de sonradan keşfedecektik!

Depo boş teslim edildiği için ilk benzinliğe girip depoyu dolduruyoruz. Lasiklere hava basalım dedik ama arabanın basınç gösterge etiketi parçalanmış. Zaten lastik sübap kapakları da yanlış jant kapağı montajı yüzünden erişilmez durumdaydı. Cam çizikler içinde, camı temizlemek için kolu çektim, onun bile yüzüne bakan olmamış su da yok! Süper valla, ilk dakikadan gezi aksiliklerle başladı! Nazara geldik nazara!

***
Neyse moral bozmuyoruz, ana yoldan Mostar levhasını takip ederek yola çıkıyorum! Radyoyu da açıp yerel müzikleri yakaladık mı tamamdır! Biraz sonra yola kendimi kaptırınca da keyfim yerine geldi iyice! Tek şeritli yolda solumdan geçen onlarca arabanın vızıltısı kulağımda, bir kaç da sollama derken eski günlere aklım gidiyor, yollarda geçen günlere... Yollar dağlık, kimi zaman bir vadiden geçiyoruz kimi zaman bir nehir kenarında sürüyoruz, Mostar'a kadar yolumuz böyle...


***
1566 yılında, Mimar Sinan’ın öğrencilerinden olan Mimar Hayreddin tarafından Neretva nehri üzerine yapılmış olan köprü bölgenin önemini arttırmış ve zaman içinde kardeşlik sembolü haline gelmişti. Ta ki savaş sırasında yıkılana kadar!

Ayrıca köyün gençleri evlenmeden önce kendilerini ispat etmek için köprüden atlarlarmış. Bu gelenek şimdi de devam ediyor ama artık turistik olmuş. Yani hergün turistlerden bahşiş toplanıp şov amaçlı atlayış yapılıyor. Biraz beklerseniz siz de bunu canlı olarak izleyebilirsiniz.

***
O gün sabah 5'te kalkmış, güzel bir yolculuk yaparak ilk trenle Mostar'a gelmiştim. Belki de Balkanlar gezisine çıkma sebebimdi Stari Most! Ne kikâyeler saklıyorsun kim bilir sen? O yüzden de bendeki yerin hep çok ayrı... O sabah başımı evlerin arasından uzatıp da Stari Most'u ilk gördüğüm an nasıl heyecanlanmıştım! Şimdi yine aynı köşeye geldim, kafamı uzatırsam göreceğim ama o kadar bekledim, biraz daha beklerim değil mi? Tıpkı çok özlem duyduğun birini görmek gibi, yıllar sonra seni görmek benim için...

Vakit Mostar'dan ayrılma vakti! 
Sana söz tekrar geleceğim, yine aynı yere oturacağım! 

***
Evet macera tam da buradan sonra başlıyor! Çünkü bundan sonrası benim beyin maps'te kayıtlı değil. Yani önümüzdeki günlerde keşfederek haritayı açacağız! Mostar'dan yola çıkıp bir süre gittiken sonra yolun sol tarafında yeşilliğin içine gizlenmiş köyün gözetleme kulesini görünce son Osmanlı köyü Poçitel'e geldiğimizi anladım. Köyün surlarına arabayı çektikten sonra ilk kapıdan içeri daldık ama kimseler yok, etraf çok sessiz. Bir evden yükselen mangal dumanından başka görünürde hiçbir şey yok. Neyse biz köyü keşfemeye başladık, yukarı surlara doğru uzunca tırmandık. Köy tam bir ortadünya köyü. Yüzüklerin Efendisi'ni çeksen yeri var yani... En tepeden manzara müthiş!


Poçiteli de gezdikten sonra Karadağ'a doğru yola çıktık, sınıra çok mesafe gözükmüyor ama yollar dolambaçlı. Bir de Maps.me uygulaması bizi bir köy yoluna soktu ki bir süre gittikten sonra yol bitince durumu anlayıp anayola geri döndük. Bu da bizi oldukça oyaladı tabi haliyle geç kaldık. Muhtemelen karanlığa kalacağız.

Eh anayolda da 3-5 tane araba var ya da yok, hatta bazen yolda sadece biz varız. Doğru yolda olduğumuza eminiz ama.

***
Evet işte Bosna&Hersek sınır kapısına geldik. Sabah giriş yaptığımız ülkeden 12 saat olmadan çıkış yapıyoruz. Memura pasaportları ve aracın kağıtlarını uzattıktan sonra çıkış işlemlerimiz yapılıyor. Artık tarafsız bölgedeyiz, biraz sonra Montenegro sınır kapısına gelmemiz gerekiyordu fakat burada sınır kapısını biraz uzağa yapmışlar. Sağ taraftan bakınca Adriyatik denizi görülüyor nihayet! Biraz yol katettikten sonra 3-5 araçlık kuyruk ve Dobrodošli Crna Gora yazısı bizi karşıladı. Unutmadan Montenegro da Türk vatandaşlarına vizesiz!


Bu arada sırayı beklerken Koray sıkıntıdan badem yemeye başladı. Sıra bize geldiğinde, oldukça uzun boylu sarışın bir polis (Tipik bir Karadağ vatandaşı) cama eğilip ne yaptığımızı sordu, ben de hemen yaıştırdım cevabı, "Herceg-Novi, Kotor, Budva, Durmitor National Park in 5 days!" Memur şaşkın! "E hadi iyi yolculuklar o zaman bakalım." dedi ve giriş işlemlerimizi yapması için diğer memura işaret etti. Bu esnada Koray ise hiç oralı bile olmadan badem kemirmeye devam ediyordu. Hahaha en rahat sınır geçişi heralde!

Biraz ilerledikten sonra bir başka gişe bizi karşıladı. Ne olduğunu merak ederken bizden €3 istediler. Araçlar için vergiymiş. Bir nevi ayakbastı parası diyelim. Onu da verdikten sonra Adriyatik kıyısı bizi bekler! Artık gece oldu ama bu arabanın farları da işe yaramıyor, anlaşılan onlar da bozuk. Zira önümüzü pek göremiyoruz! Ben de açtım sis farlarını çektim uzunları, deniz feneri gibi yokuş aşağı virajlara kaptırdım Herceg-Novi'ye kadar.

***
Maps.me bugün bizi yanlış yola soktuğunda, kalacak yer için de aynı endişeyi taşıyordum. Hem de oldukça geç kalmıştık. Kalacağımız yerde kimse yoksa sahibi kapatıp gitmiş bile olabilirdi. Neyse işaretlenen yere geldik dar bir sokaktan yokuş yukarı çıktık. Fakat vardığımız yerde ne bir tabela ne de bir insan vardı. Derken, bahçesinde bir şeylerle uğraşan o adamı gördüm. Arabayı durdurup yanına geçtik. Önce İngilizce derdimizi anlatalım dedim ama maalesef bizi anlamadı. Bu sefer çıkardım telefonu kalacağımız yeri gösterdim, telefon numarası vardı onu işaret ettim, vücut diliyle bir ara da konuşalım be amca yaptım adama. Anladı derdimizi çıkardı telefonu, aradı!

Peki telefonu açan kişi kim olsa beğenirsiniz?  Kalacağımız yer adamın komşusu imiş! Yan evden bir teyze çıktı işaret etti dolanın gelin diye. Yaşa be! Bu sırada adama İngilizce, İtalyanca konuşuyorum o da bana Karadağca konuşuyor. Nereden geldiğimizi ne iş yaptığımızı anladı, o veya bir yakını da İstanbul'a gelmiş, kanser tedavisi olmuş sanırım. Sonra gelin iki bira içelim dedi. Ya da şöyle bir şey de olabilir konuşmamız 😅


Bir daha Karadağ'a gidince ilk ziyaret edeceğim adam gibi adam Ivan!

Neyse döndük geldik. Arabayı çektik, bu sefer de teyzeyle anlaşamıyoruz. Adam başı €25 istiyor bizden. Açtım bookingden gösterdim toplam €25 dedim, kafası karıştı. Neyse sonra torununu aramak geldi aklına da, o İngilizce biliyormuş öyle anlaştık. Bu sefer de odayı gösteriyor bir şeyler lazım mı şurda bu var burda bu var falan. Teyzecim biz onları biliyoruz bak uzun yoldan geldik hadi ne olur rahat bırak bizi de bir duş alıp yatacağız zaten!


Of ne gündü ama! Neyse artık Montenegro'dayız! 

Yarın çok güzel olacak, çünkü Kotor'a geçeceğiz!



29 Haziran 2017 Perşembe

Nerede kalmıştık?

10 Haziran 2017

Uzun süredir bugünü bekliyorum,

Dün son kez sınava girip 5. sınıfı bitirip sonunda intern doktor oldum!

Saat 09.30 pist başına doğru ilerliyoruz. Her gün yemekhanede uçakları ve günlerimi saydığım yere doğru!

Tam 3 yıl önce, Saraybosna'da yarım kalan bir hikayem vardı! Eve dönmek zorunda kaldığım o yağmurlu günde, hava limanında kendime söz vermiştim. Bir gün geri dönecek ve bıraktığım yerden devam edecektim ama kim bilir ne zaman?

İşte şimdi onu tamamlamaya gidiyorum. Açık kalan hesabı kapatmaya gidiyorum! Biliyorum 3 yılda çok şey değişti, çok farklı bir Tunahan var burada artık. Ama hissediyorum, içimdeki çocuk hâlâ ilk günkü heyecanını koruyor. Çünkü kendimi daha iyi tanıyorum artık, hem de hergün biraz daha fazla...

***

Arabayı teslim alır almaz yola çıkıp Mostar'a doğru sürüyorum. Tek şeritli yolda solumdan geçen onlarca arabanın vızıltısı kulağımda, bir kaç da sollama derken eski günlere aklım gidiyor, yollarda geçen günlere...

***

O gün sabah 5'te kalkmış, güzel bir yolculuk yaparak ilk trenle Mostar'a gelmiştim. Belki de Balkanlar gezisine çıkma sebebimdi Stari Most! Ne kikâyeler saklıyorsun kim bilir sen? O yüzden de bendeki yerin hep çok ayrı...
O sabah başımı evlerin arasından uzatıp da Stari Most'u ilk gördüğüm an nasıl heyecanlanmıştım! Şimdi yine aynı köşeye geldim, kafamı uzatırsam göreceğim ama o kadar bekledim, biraz daha beklerim değil mi?
Tıpkı çok özlem duyduğun birini görmek gibi, yıllar sonra seni görmek benim için...




Vakit Mostar'dan ayrılma vakti! Sana söz tekrar geleceğim, yine aynı yere oturacağım!

Evet macera tam da buradan sonra başlıyor! Çünkü bundan sonrası benim beyin maps'te kayıtlı değil. Yani önümüzdeki günlerde keşfederek haritayı açacağız!

Yanımda dostum Koray, önümüzdeki günlerin co-pilot'u olacak ve zor durumlarda çok kritik rol oynayacak haberi yok tabi henüz... Geziden aylar önce, ben ne olursa olsun gidiyorum, eğer geliyorsan bu akşam biletini al demiştim o da atladı geldi.


Anahtarı çevirip marşa basıyorum! İlk hedefimiz Akdeniz! İleri marş!



10 Nisan 2017 Pazartesi

Kader günü "Tamam mı, devam mı?"

Uzun bir süredir bugün için çalışıyoruz... Aylar önce başladığımız bu işin böyle bir noktaya varacağını çoğu kişi aklının ucundan bile geçirmemişti. Bense uzunca bir süredir her gece yarının hayali ile uyuyordum belki de?

Yarın sabah Kadıköy'den çıkıp Boğaz'ı aşıp Büyükdere'ye yarışın başlangıç noktasına gideceğiz. Bu yüzden cumartesi günü ARDA-19'u Tuzla'dan Kadıköy'e getirmeye karar verdik. Hem de ilk defa uzun soluklu bir seyir yapmış olacağız, yarış öncesi eksiklerimizi görmemiz açısından da önemli bir seyir olacak.

Ercüment hoca bizi Kadıköy'den aldıktan sonra Tuzla'da teknemizin bağlı olduğu koya geldik. Hazırlıklarımızı yaptık, denizin ortasında her türlü tamiri yapabilecek ekipmanımızı, motoru ve yakıt deposunu da tekneye koyduktan sonra yola çıkmaya hazırdık.

Koydan motor ile biraz açıldıktan sonra yelken basma kararı aldık, zira hava çok rüzgarlı değildi. Ayrıca akşamüstü olmasına karşın oldukça sıcak ve güneşli bir hava vardı. Bir süre motorla açıldıktan sonra tekne bir kaç dalga sırasında oldukça gerildi, ve önden çat diye bir ses geldi. Korktuğumuz başımıza geldi işte! Gurcataya bağlı tellerimizden biri kopmuştu. Bir tane kayıptan ne olabilir ki diye düşünüyorduk ki peşine ikincisi de koptu. Merak ve şaşkınlık içinde Anıl Ercüment hoca ve ben birbirimize bakakaldık.

Ercüment hoca: "Tamam mı, devam mı çocuklar? Ya geri döneceğiz ve yarını unutacağız..."
Hemen atıldım: "Ya da devam edeceğiz?" "Ne olursa olsun devam edeceğiz hocam! Biz buradayız pes etmiyoruz!" 

Bu kadar emek verdik, iki telin kopması mı bizi yıldıracak? İstikamet Kadıköy tam yol ileri!

Karar verildi, bozulan mukavemetten ötürü direği riske atmamak için yelken basmayacağız, 15 beygirlik emektar motorumuza tam yol verdik! Benzinin o geniz yakan kokusu ile saatte 12 mil yapıyoruz, rotamız Kalamış Marina! Normalde sahile hep yakın seyir yaparken bu sefer risk alıp alabildiğine açıktan geçiyoruz, mümkün olan en kısa sürede marinaya varıp, yarıştan önce direği ve telleri onarmalıyız.

Ercüment hoca hasar tespitini kaba taslak yaptı, kafasında planlar hazır derdim ama bizde taktik maktik yok bam bam bam! Yalnız tellerden biri yukarıdan kopmuş, bu demek oluyor ki direk sökülecek. O heybetli direk yerinden mi çıkacak? Evet, haydi bakalım!

Bir ara Dragos açıklarında motoru ben devraldım, tam yol ileri gidiyorum, çaprazdan da bir mavna geliyor. O mu yoldan çekilecek ben mi? Anıl'a "Ben yol vermem abi, o yol versin ben yelkenli tekneyim" derken biz iyice yaklaşıyoruz. "Mavna bize çarpsa dümdüz edecek." diyor o da. Ercüment hoca: "Napıyorsun evladım açsana teknenin başını" dedikten sonra mavnaya yakın bir mesafede açıyorum teknenin başını. Böyle de ufak bir heyecan yaşıyoruz işte, inatçı Tunahan!

Bostancı'da ufak bir mola verip Avni bey'i de tekneye aldıktan sonra Kalamış marinaya saat 7-8 civarında varıyoruz. Hemen eşyalarımızı karaya aldıktan sonra tamirat tadilat işlerine başlıyoruz. Teknenin 4 bir köşesinde yapılacak işler var, ama önceliğimiz kopan tellerimiz ve direk onarımı.

Dört bir koldan işe giriştik. İlk hedef direğin sökülmesi ve güvenli bir şekilde indirilmesi. Marina oldukça sıkışık, ve etrafımız yarınki yarışa hazır yüzbinlerce euroluk teknelerle dolu. Eğer bir hata yapar da direği devirirsek, bu epoksi-ahşap bileşimi koca dev hem düştüğü yeri yıkacak hem de kendini! Biraz debelenmenin ve stres dolu dakikaların ardından kıvrak bir manevra ile direği suya indirmeyi başardık! Ama az kalsın yandaki tekneye gümletecektik. Şimdi güvenle onarıma devam edebiliriz.

Çalışma alanımız dar ve koşuşturma içinde bir şeyleri yetiştirmeye çalıştığımız için bir kaç parçamız suya düştü haliyle. Neyse ki çok önemli şeyler değildi. Ercüment hoca: "Bak o makası düşürmeyin başka makasımız yok, hem Ferda beni keser, onun makasını yürüttüm evden haberi yok!"
Anıl: "Tamam hocam."
Tabi ki 5 dakika sonra, culup sesiyle makasa da veda edilir. Ahahaha, Ercüment hoca yine bize sayıyor...

Direk onarıldıktan sonra yine binbir mücadele ile yerine geri oturtuldu, teller bağlandı gerildi. Saat 24.00 olmuş, artık çalışmayı bırakıyoruz. Saat ne ara bu kadar olmuş anlamadık bile? Elimizden geleni yaptık, direkt söküldü, teller onarıldı güçlendirildi ve yola çıkmaya hazır hale getirildi. Biz ise yorgunluktan perişan haldeyiz. Sabah 6'da teknede buluşmak üzere bir kaç saat uyku için evlerimize dağıldık.

 Bugünkü macera bize yarın neler olacak acaba dedirtiyor!

Yarın büyük gün! Bu yola çıkarken bir söz vermiştik!



3 Mart 2017 Cuma

Arda, seninle hiç tanışmadık belki de…
Ama senin hikayenle, benim hikayem 2 kez kaçınılmaz bir şekilde kesişti…

Okuyacağınız bu yazı bir başarı hiyâkesi değil, bu bir anı yazısı da değil…
Bu içimde tarif edemediğim bir şey… Yıllardır yazmakta zorlandığım bir saygı duruşu belki de…

Denizden kilometrelerce uzakta, Başıbüyük kampüsünde bin bir zorlukla edindiğimiz -1. kattaki kulüp odamızdan başlayıp, İstanbul Boğazı’na uzanan bir hikaye …



"Çok maceraperestsiniz ama umduğunuz gibi olmayacak!"
"Suya iner inmez batacaksınız, vaktinize yazık...!"
"Delirmişsiniz siz, kendinizi öldürmek mi istiyorsunuz?"
"Diyelim ki o tekne yüzdü, o gün Boğaz’a adımınızı bile atmayın!"
"Boğaz'ın ters akıntılarına nasıl karşı koyacaksınız?"

bu şekilde bir çok kez uyarıldık, alay edildik.  

Ama onlar bilmiyorlardı ki,  kalple yapılabileceklerin sayısı akılla yapılabileceklerden çok daha fazlaydı.

Bizim verilmiş bir sözümüz vardı, her ne olursa olsun geri dönmek yoktu! Çıktığımız bu yolda Ercüment hocamızı asla yalnız bırakmayacaktık.

4 Mayıs günü ARDA-19 ile BMW Boğaz yarışına katılıp, İstanbul Boğazı’nı geçtiğimizde bunun herkes için anlamı çok farklıydı belki ama kalplerimiz birdi. 




1 Mart 2017 Çarşamba

Avrupa Alpler Gezisi Günlükleri - 12. Gün ve SON

Son Gün


Dünkü maceranın ardından, o gün içinde Bergamo’ya geri döndük. Burası da Venedikliler tarafından yapılmış oldukça güzel ve eski bir şehirdi. Rahat rahat Bergamo’yu da gezdik, dondurmamızı yedik. Arabamıza döndük, arabanın içi dışı epey pisti, bir benzinlikte güzelce iç dış yıkadık teslime hazır hale getirdik. Akşam son bir kez çevreyi yürüyelim dedik, geziye başladığımız yerde gezimizi gözden geçirdik. Sanırım listemizdeki her şeyi yaptık, üstüne hiç ummadığımız yerleri de gördük! Kendimizi tebrik ettik, ne olursa olsun yılmamıştık!

Sabah havalimanına erken geçelim istedik,  aracı teslim etmek uzun sürebilirdi. Dönmeden depomuzu da doldurduk, teslimden önce depoyu doldurmayı unutmayın yoksa sonra esaslı bir fatura çıkabilir. Kural olarak depo dolu alınır, dolu teslim edilir.

Dile kolay, yaklaşık 2500km, 11 gün, 4 ülke, sayısız dağ geçidinin ardından arabayı teslim ettik! Fren, debriyaj, lastik, motor kısacası her şeyi son haddine kadar kullandık; akü dışında da hiçbir problemimiz olmadı ne mutlu bize!

Şimdi  Chris’e veda vakti!

Çok tuhaf, Brüksel’de sadece birkaç saat oturup bira içtiğim bir İngiliz bana güvenip, hasta olmasına karşın evinden o kadar yol tepip geldi, hatta can güvenliğini bana teslim etti ve benimle böylesi bir maceraya atıldı ya! Hayallerimi gerçekleştirmeme yardımcı oldun Chris, eyvallah! Hem de böylesi matrak bir İngiliz dostum oldu!

Hala inanamıyorum! Oysa ben yakın çevremi, ne kadar çok çağırmıştım bu geziye! Chris'e kısmetmiş demek ki bu kadar güzel şey? Her şey olacağına varıyor demek ki... Chris ile Brüksel'de tanışmam tamamen tesadüftü, karar değiştirip iki free-walking turundan diğerini tercih etmiştim sadece.

Peki ben ona nasıl mı güvendim? Önce sezgilerime güvendim. Birini ilk kez gördüğümde, ilk 10 saniye içinde onun hakkında bazı iç görülerim olur. Bu iç görülerim büyük çoğunlukla da doğru çıkar...


Şaşırtıcı ama Chris yılbaşında mesaj atıp yeni yılımı kutladıktan sonra, bu gezi için tekrar teşekkür etti ve bu yıl herhangi bir gezi planım olup olmadığını sordu. Sonra da İskoçya gezisi önerdi. Ama üzgünüm Chris, €-$ aldı başını gitti...



Arkama çok bakamadım, zira vedaları hiç beceremem...

Koşarak Milano’ya giden ilk shuttle’a atladım. Hemen hareketle Milano merkeze doğru yola koyulduk. Bizimkileri aradım, sonunda bu da oldu ya artık her şey tamam dedim nasıl mutluyum. Bizimkiler de derin bir nefes aldı sonunda! Bundan sonra Türkiye’ye dönüşüme de birkaç gün kalıyor! 19 Temmuz’da eve döneceğim artık! Macera dolu 5 ay geride kaldı, kafama koyduğum her şeyi gerçekleştirdim! Kendime verdiğim sözleri tuttum, gönlüm rahat artık!

Her şey oldu derken?

Roma’nın altına üstüne getiren ben orada bir eksik bırakmıştım. Vatikan Müzelerini görememiştim! Düşündüm, Roma dönüş yolumun üstünde ve Tolga henüz eve dönmedi. Hemen Tolga’yı arayıp, bir gece onda kalıp kalamayacağımı sordum. Saolsun memnuniyetle kabul etti beni, şimdi ilk otobüsle Milano’dan Roma’ya geçeceğim!


Hiçbir şey bitmiş değil...

22 Şubat 2017 Çarşamba

Avrupa Alpler Gezisi Günlükleri - 11. Gün

Son ki üç dört...


Venedik'te geçen güzel bir günün ardından, arabamızı Mestre'den alıp tekrar yola çıktık. Autostrade Venezia-Milano boyunca gün batımıyla beraber Bergamo'ya doğru sürüyoruz. Buradaki otoyol oldukça kaliteli. Eh ne de olsa km başına iyi bir miktar ödeme yapacağız! Hedefimiz gün batana kadar biraz daha sürüp, Bergamo'ya yakın bir mesafedeki otoyol tesislerinden birinde geceyi geçirmek. Hava o kadar sıcak ki, gün batmadan arabayı durdurmak ve klimayı kapatmak öneri olarak bile ileri sürülemez!

Güneş battıktan bir süre sonra bir Autorgrill tesisi görür görmez hemen durduk. Aracı park ettik, tesisle ilgili gerekli incelemeyi yapmak üzere Chris gitti. Döndüğünde elinde bir paket dolusu bira vardı! Bu sıcak günde soğuk bir bira içmek istemişti ama markette aradığını bulamayınca, 6lı paket bira indirimde diye onları almış gelmiş. Onlar da sıcak...

Gece o kadar sıcak ve bunaltıcı geçti ki, ben bile defalarca uyandım. Bir keresinde yine hafif uyanmışken, bir fan sesi ve aracın yanan göstergelerini gördüm. El yordamıyla telefonumu buldum ve saate baktım. "Daha saat 4! Hof, sabaha çok var..." O anda gözüm bir an çakmaklıktaki göstergeye gitti, telefonum şarja takılıydı ve voltmetre-Çin'den getirttiğim muhteşem alet, hem aküyü ölçüyor hem telefon şarj ediyor- 11Volt gösteriyordu. Bir an aklıma akü geldi ama o an içim geçmiş tekrar uyuya kalmışım.

Sabah saat 7 civarıydı sanırım bir ara yine uyanmışım. Chris'e baktım nerede diye, kapısını açmış kenarda bir kaç bir şey atıştırıyordu her zamanki gibi. İngilitere'nin soğuna alışmış tabi İtalya'nın sıcağı dar geliyor ona. Gece pek uyuyamamış.
Bir süre sonra ben de kalktım, eşyalarımı alıp duşlara gittim. Bu arada duş €3 ve sınırsız süre kullanabiliyorsunuz. Tuvaleti içinde ve sıcak suyu da var. Temizlik ise eh işte denecek kadar. Genel olarak azami şartları sağlıyor. ( İsviçre, Almanya ve Avusturya'dan sonra İtalya'nın yol kenarı tesislerini hiç sevemedim. Oradakiler epeyce geniş alana yayılmış bol yeşillikli yerlerdi. Tuvalet ve duş imkanları ise oldukça temiz ve başarılıydı. İtalya'dakiler genelde bizim yol kenarı tesislerimize benziyordu. Otopark kısmı ise oldukça kalabalık ve iç içeydi. Yani aslında geceyi araç içinde geçirmek için çok da uygun yerler değiller. Zaten o gece de gelen giden arabanın hesabı yoktu, pek de rahat edemedik. )

Tesisten bir görünüm
Duştan çıkınca arabaya geldim eşyalarımı yerleştirdim kahvaltı yapmak için bir kaç şey almak üzere bagaja yönelecektim ki...

+ Hey mate, we are out of battery! Look, it doesn't ignite!
- Hadi ordan Chris şaka yapıyorsun! Dur bi de ben basayım marşa!
 Arabadan bir cırlama sesi gelir, ve son gösterge ışığı da söner... Buyurun cenaze namazına
 Aha valla akü bitmiş! Bellissimo! Chris, did you forget the lights on last night?
+ I think so... It's my mistake. We have to bump the car or charge it.
- What? Olum vurdurmak lazım şimdi bunu ya kabloyu nerden bulcan! Aferin!
+ Let's give a try, I will push the car then you will try the ignition!
- I haven't done it before, sit, I push!

Sen o kadar yoldan gel, dağları tepeleri aş şurada giderayak akün bitsin iyi mi!

Şimdi aracı vurdurmak gerek veya şarj etmek. Kablomuz olmadığına göre ilk seçeneğimiz vurdurmak olacak. Fakat eğim ters yöne, yani otoyoldan tesise giriş yönüne doğru. Araç Ford Fiesta ve 1300kg civarı maksimum, eh hiç yoktan iyidir!
Biraz mücadelenin ardından, oradaki bir Alman'ın da yardımıyla aracı vurdurmak için ters yöne çevirdik. Alman'ın yardım için yanımıza gelmesi şaşırtıcı!

1. deneme
El freni indi, vites boşta ben arkadan aracı iteliyorum. Araç hareket etti, hızını aldı, biraz gitti fakat ilk deneme başarılı olmadı! Haydi aracı başlangıç noktasına tekrar geri ittik. 2. deneme için hazırız! Bir taraftan da tesise araç girişi devam ediyor. Bu sebeple uygun aralığı bekliyoruz. Moral bozmuyoruz olabilir böyle şeyler. Beni tanıyanlar o an çıldırmış olduğumu falan düşüneceklerdir. Ama hayır hayatımda hiç olmadığı kadar sakin ele alıyorum konuyu. Ben de şaşırdım. Ama İrem'le Cansu demişti bana, "Sen Fas'tan dönünce iyice pamuk gibi oldun." Şimdi hatırladım bak.


2. deneme
Aracı yine itinayla ittim! ( Merhaba L5-S1 ve spondylosis) Chris hızını aldı, denemeye başladı. Karavana, karavana ve bum! Aracı çalıştırmayı başardı! Aracı uygun bir köşeye sürüp park etti. Koşarak yanına gittim, motor tekleyerek de olsa çalışıyordu. Veee piston aşağı! Nasıl yani? Chris aracı viteste unutmuşsun! Perfecto!!! Şimdi araba olduğu noktadan daha ters bir noktada kaldı! Biraz mola, ben çok terledim!


3. deneme "Ragazzi! Attenzione!"
Bir miktar debelenmenin ardından yine başlangıç noktasına ittik aracı! Tam vurduracağız, hop bir polis arabası durdu yanımızda. "Ragazzi! Che cosa state facendo!"
( Olimpiyatlara hazırlanıyoruz memur bey, yol kenarında ne yapabiliriz ki başka? )
Primitif İtalyancam ile durumu anlattım.

+Prima sera, dimenticato lucce della auto aperta, non che batteria!
 - Purtroppo!  Chiama assistenza!
Sanki onu biz bilmiyoruz?
+Ma, assistenza e piu costoso. Sono solo studente. Posso provare per ultima tempo?
- Non possible. Parcheggia la Auto!

Mecbur aracı bırakıyoruz. Chris'e durumu anlatıyorum. Nasıl olur diyor! İngiltere'de olsa polis yolu 2 dakika tutar seninle aracı iter yardımcı olur diyor. Eh burası İtalya! Pek de yardımcı değiller!
Bu arada polisler bize inanmamış olacaklar ki bir süre daha bekleyip bizi gözlediler, bir daha deneyecek miyiz diye. Aslında ben bir kez daha denemek isterdim fakat ceza yememek için risk almak istemedik.


Şimdi bize kaldı 2. seçenek, şarjlama! Jumper denilen bir çift kabloya ihtiyacımız var. Chris benzinliğe sordu ve kablonun €40 olduğunu öğrendik. Dur dedim insanlara sorayım bir. Az buçuk İtalyancam ile insanlara durumu anlatıyor ve kabloyu soruyorum. Hepsi yok diyor, bilmiyorum diyor. Karavanlara soruyorum. Onlarda da yokmuş.  Bırakın canım bu lafları bu kadar kişiden birinde bile mi olmaz kablo! Kablo olsa, daha şarjlama var! Onun için arabayı nereden bulacağız, kablosunu vermeyen adam arabasını hiç vermez. Türkiye'de olsak, 10 dakika geçmezdi biri gelir bizim için arabamızı şarjlar ve gönderirdi eminim.

Bir tane tıra gittim. Bulgarmış, biraz konuştuk. Türkçe günaydın dedi sonra bir anda bağırarak beni kovaladı. Varya bunu unutursam iki olsun, bugünden tezi yok Bulgara benden su yok su! Bu sefer arkadaki Tır parkına gittim, biraz uğraşı sonucu bir Polonyalı buldum. Az buçuk Almancam ile yardım istedim. Adam hemen dedi ki: "Gel vereyim kabloyu." Tırın bir yanından kabloları çıkardı, eldiven de lazım olur, bunları da al. Ben kahvaltımı yapacağım işin bitince getir, dedi. Şaka yapıyor falan dersin ama yok! Polonyalı has adam çıktı.

Kablolar geldi, orada meyve satan bir İtalyan'dan da rica ettik, arabaları bağladık şarjladık. Biraz sohbet falan derken arabalar hazırlandı. Gücü arabaya verdik, artık çalışıyordu. İşlem bitince Polonyalı'ya kablosunu geri getirdim, teşekkür olarak da Chris'in biralarından verdik. O da mutlu oldu!

Neyse sonuç olarak biraz uğraşılı da olsa yola tekrar koyulduk. Gezinin sonuna doğru yaşadığımız ufak çaplı bu kriz önce canımızı sıksa da sonradan çok eğlendik! Müthiş bir tecrübe oldu!

Yalnız nazarı görüyorsunuz değil mi?

Şimdi Bergamo'ya doğru gidiyoruz, başladığımız yere!

16 Şubat 2017 Perşembe

Avrupa Alpler Gezisi Günlükleri - 10. Gün

10. Gün


Güne erken başladık, hotelin önünden Venedik merkez istasyonuna giden otobüs geçiyormuş. Ona atladık, birkaç durak sonra Venedik’teyiz.  Tuhaf bir yol oldu Venedik’e gelmek için, sanırım böyle hayal etmemiştim hiç? Aslında az kalsın bu gezi olmasa Venedik’i göremeden dönecektim!

Venedik oldukça büyük ve karışık, elimizde yine bir harita, ama biz kendimiz keşfedelim istiyoruz. Tüm gün buradayız nasıl olsa! Ama ilk iş karnımızı doyuralım değil mi?  Sabah kahvaltı için marketten mozzeralla, domates ve ekmek alabilirsiniz. Tam Türk işi olur! Veya İtalyan usulü, bir kahve ve Cornetti! Cornetti dedikleri şeyler tam bir enerji bombası bir de pistachio'lu yani Antep Fıstıklı ise! Nutella severleri de unutmamış İtalyanlar!


Venedik sıcak çok sıcak! Buraya ilkbahar veya son baharda gelinmeli. Hatta sel bastığı zaman gelinmeli, tam bir Venedikli gibi hissedersiniz o zaman. Sisli puslu havada bence daha hoş bile olabilir bu şehir. Daha mistik bir havası olacağı kesin! Ayrıca çok fazla turist var yaz aylarında :(

Eminönü ve Karaköy çevresinden sonra Venedik bana çok tanıdık geldi! Aynı bizim oralar değil mi? Sokakları karış karış geziyoruz, kanalların sağından solundan geçip bazen çıkmaz sokaklarda kayboluyoruz. Kanal boyu dizili binalar sanat harikası, bizim boğazdaki yalılar gibi dizilmişler kanalın çevresine manzara çok güzel! Ama bir tuhaflık var, Venedik çok mu turistik ne?


Burada yaşamak değişik ve kendine has . Kanallarda gondollar geziniyor, evlerin önünde kayıklar dizili. Sanırım gondollar artık sadece turistik. İnsanlar kendi botları ile ulaşımı sağlıyorlar. Bu da Venedikliler için bir nevi araba. Eve gitmek için bir çok yolunuz var, kanallarda işleyen vaporettolar ise bizim şehir hatları vapuru gibiler, vızır vızırlar.


Gondol'a binmedim. Onun için hakkımı ileriye saklıyorum, buna gerçekten değecek birine saklıyorum!

Güzel bir yer yani Venedik, değişik bir yer. Ama aradığım o etkiyi yaratamadı bende, belki çok beklentiyle gittim, belki yanlış zamanda gittim, çok sıcak ve kalabalıktı sonuçta. Benim gibi kalabalıktan hoşlanmayan biri için böyle güzel bir yer bile bir süre sonra çekilmez hale gelebiliyor. Ya da belki yalnız gittim ondandır, kim bilir? Ama artık bir daha gidersem hangi mevsimde gideceğimi, neler yapacağımı çok iyi biliyorum! Siz de ömürde bir kere olsun gidin görün derim.

Koca bir gün Venedik’i arşınladık baştan aşağı, yorulduk terledik, çeşmelerden kana kana su içtik. Artık arabaya dönme vakti, yarın Bergamo’da olacağız ve sona adım adım yaklaşıyoruz. Benim için de Venedik ile beraber gezi tamamlanmış oldu sanırım. 


Rüya gibi geçen günler yaşıyorum ve bitmek üzereler…