Sic parvis magna

18 Ekim 2020 Pazar

Lviv

Doğu mu Batı mı?

Genellikle gece hayatı ile bilinen Lviv'in aslında bundan çok farklı bir yer olduğunu ve kültürel anlamda çok daha fazlasını vaat ettiğini söyleyebilirim. Çeşit çeşit oyuncak gibi şekerlemelerin satıldığı dükkanlar, tematik kafe ve barlar, noel pazarı, büyük ve süslü operası ile Sovyet ve Avrupa ruhunu bir arada yaşabileceğiniz rengarenk bir şehir!

                 

Ben de Çernobil'e giden yola, İstanbul'dan direk ulaşım imkanı da olduğu için Lviv ile başlıyorum. Hem de okuduğum kadaryıla Lviv ve Kiev ülkenin iki farklı ruhunu yansıtıyor.

Başlamadan önce belirteyim benim gittiğim dönemde Ukrayna'da Uber kullanmak serbestti ve ücretler oldukça makuldu, ayrıca bizim Bitaksiye benzer Uklon uygulaması da mevcut. Bu iki uygulama hem size çok kolaylık sağlıyor, hem de normal taksiden daha uygun fiyat veriyor. Bu uygulamaları kullanırsanız nereye, hangi yol üzerinden, ne kadar ücrete gideceğinizi hem önceden bilir hem de dolandırılmazsınız. Ayrıca kredi kartınızı da tanımlarsanız nakit parayla da uğraşmadan araçtan inebilirsiniz.

Havalimanından iner inmez, wi-fi üzerinden hemen bir Uber aracı çağırarak airB&B'den tuttuğum eve geçtim. Tuttuğum ev şehir merkezine yürüyerek 10dk mesafede Sovyet öncesi dönemden kalma eski bir binadaydı. Ev sahibi kısaca bana evi gösterdikten sonra şehir hakkında genel bilgiler verdi. Bu arada ev dediğime bakmayın toplam 20 metrekare var ya da yoktur, ama itiraf etmeliyim ki Lviv'in soğuk havasında bu ev oldukça sıcaktı. Isıtma sistemi son derece güzel çalışıyordu. 

Hemen kendimi Lviv sokaklarına attım, evin olduğu mahalleden Lviv eski şehir merkezine giderken etrafımı dikkatlice inceliyordum, karşımda ne tam bir Sovyet ruhu vardı ne de tam bir Avrupa şehri. Eski tramvaylar ve troleybüsler ile yıpranmış arnavut kaldırımı yolları kucaklayan gri büyük binalar daha çok sovyet havası veriyordu. Fakat şehir merkezine gelince bu hava birden kayboldu, çünkü Lviv merkezi oldukça canlı ve renkli gözüküyordu, daha çok bir orta Avrupa şehri gibiydi. Meydanda bir belediye binası ve etrafında renkli taş binalar altlarında kafeler ile canlı bir hayat sunuyordu.





Akşamları çok canlı olan Lviv merkezine girişte sizi opera binası karşılıyor. Eskiden şehrin tam ortasından akmakta olan bir derenin ıslah edilerek üzerine kazıklar ile kurulan bu opera binasının alt katından dehlizlere açılan kapılar olduğu biliniyor ve zamanla bunun üzerine şehirde çeşitli efsaneler de türemiş. Şimdilerde burada bir restorant hizmet veriyor, dehlizleri görmek için burayı ziyaret edebilirsiniz. Bu güzel binada gerçekleştirilen performanslar da bir o kadar başarılıymış, fiyatlar ise oldukça uygun fakat önceden yer ayırtmazsanız bilet bulmakta zorlanabilirsiniz. Maalesef benim gittiğim dönemde opera tatilde olduğu için herhangi bir performans izleme şansım olmadı. Siz mutlaka gidin!

Şehir merkezi oldukça küçük, Kadıköy Çarşı-Moda kadar bile büyük değil. Haliyle kaldığınız süre boyunca genellikle aynı yerlere geliyorsunuz. Rynok meydanında bulunan belediye binasının saat kulesi oldukça güzel, aktif olarak belediye binası hizmeti veren bu binanın içinden çatıya çıkıp Lviv'e yukarıdan şöyle bir bakabilirsiniz. Ama baya bir merdiven çıkmanız gerekecek! Tam çıkışta ise hala çalışan saat mekanizmasını görebilirsiniz. Meydanın arka köşesinde bulunan siyah bina ise görüntüsü ile turistlerin ilgisini çekiyor. Kimisine göre yapımında kullanılan taşların zamanla oksitlenmesi ile bu hale gelirken kimilerine göre ise ısınma amacıyla kullanılan yakacaklardaki isin zamanlar bina üzerinde birikmesi ve hiç temizlenmemesinden kaynaklanıyor. Ayrıca kurallara göre bu meydandaki binların 3 adet penceresi olabilirmiş. Çoğunlukla da öyle, arada kural bozan yok mu derseniz, var gibi gözükse de aslında iki ayrı binanın birleştirilmesi ile oluşmuş bir durum olduğunu öğreneceksiniz.


Meydanın bir diğer köşesinde ise eski bir eczane bulunuyor. Burada yüzlerce şişe ve esansı görmek mümkün, eh ne de olsa zamanında eczacılar birer simyacı, kimyagerdi ve ellerindeki tarife göre çeşitli karışımlar ile ilaçları hazırlıyorlardı.

Şehir içinde irili ufaklı bir çok kilise mevcut. Bunlardan benim ilgimi en çok çekeni Dormition kilisesi ve arkasındaki 3 azizler şapeli oldu. Hemen bir yan sokaktaki Dominik kilisesi de görülmeye değer. Bu çevrede bir de ikinci el pazarı oluyor. Sovyet döneminde kalma şeyleri bulabileceğiniz minik bir pazar, eğer Kiev'e devam edecekseniz burayı pas geçebilirsiniz zira Kiev'de çok daha fazlası var!


Ivan Franco parkı hemen üniversite karşısında güzelce bir şehir parkı. Yerel halk ve üniversite öğrencileri buraya çok sık geliyorlar. Gün içinde oturup biraz dinlenip kitap okuyabileceğiniz bir nokta. Ben çıkmadım ama şehrin ufak bir de tepesi bulunuyor, yine buradan panaromik şehir manzarası seyredilebilir.



Heineken deneyimine benzer bir yer olarak Lvivarnya'yı deneyebilirsiniz. Fiyatına göre fazla bir şey vaat etmediği için gezmemiştim ama buranın hemen yanından salı pazarı benzeri bir pazar olan Krakivsky pazarına çıkıyorsunuz ki yerel hayatı gözlemlemek için güzel bir yer. Farklı bir ürün görürüm diye düşünmüştüm ama pek de öyle olmadı, çoğu ürün ya Türkiye'den ya da Çin'den gelme. Eh Türkiye'den gelenler de zaten bize göre pahalıya satılıyordu. Yalnız çok fazla şapka çeşidi olan bir şapkacıdan rus malı güzel bir şapka aldım. Buranın soğunu ancak bu keser!


Bir de yılbaşı zamanı kurulan sokak pazarları var ki burada çok güzel hatıralık eşyalar satılıyor. Mutlaka kendinize göre bir şey bulursunuz. Eğer kış zamanı giderseniz meydanın bir yanına kurulan buz pateni pistine girebilirsiniz. O zaman buz pateni kaymayı bilmediğim için denememiştim, hoş yine çok iyi bildiğim söylenemez ya! Siz yine de dikkatli olun!






Yeme&içme

Puzata Hata, Ukrayna'da ekonomik, yöresel ve hızlı yemek için ideal adreslerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bizim balkan lokantası gibi düşünün. Gezim boyunca çeşitli yöresel yemeklerini burada deneme şansım oldu, sizlere de mutlaka tavsiye ederim. Hoşunuza giden yemekleri not edip daha sonra daha kaliteli bir restoranda da yiyebilirsiniz. Özellikle borş çorbasını çok sevdiğimi belirtmeliyim.




Size farklı olarak Trapezna isimli bir restorandan bahsedeyim. Kilise altında bir mahzene kurulmuş olan buraya tam bir ortaçağ hanı havası verilmiş. Basık bir tavanda etrafınız taş duvarlar ile örülü, hemen hemen her şey ahşap ve loş aydınlatma ile arkaplanda çalan müzik size Geralt ile bir Witcher bölümündeymişsiniz hissini yaşatıyor. Menüleri ise manastır el yazmaları gibi hazırlanmış, eski tipte kril yazısı ve çeşitli ikonaları içeren resimleri incelemekten ne yiyeceğinize karar vermek biraz zaman alıyor.  Ben tercihimi keşiş usulü manastır borşundan ve tavşan yahnsinden yana kullandım. E tabi yanında bir de kvass olmazsa olmaz! İtiraf etmeliyim ki yemekler oldukça lezizdi ve kendine has bir tadı vardı. Özellikle de borşun ve kvassın o isli tadı hala damağımda diyebilirim. Elbette burası birazcık daha pahalı ama kesinlike buna değer. 

Pravda Beer Theathre ise isminden anlaşılacağı üzere bira teması üzerine kurulu bir mekan. Giriş katında bira ürtetimi de yapan bu mekanın üst katları restorant&pub olarak düzenlenmiş. Tam ortasında ise her gün canlı bir orkestranın müzik çaldığı bir alan oluşturulmuş. Mekanı özel kılan kısım ise hem kendine has bir orkestrası, hem de menüsünde özel yapım biraları olması. Siz de birasever biriyseyiniz çeşitli özel yapım biraları denemek istiyorsanız kesinlikle burası size göre.

Lviv Çikolata Fabrikası ise size ufak bir Charlie'nin çikolata fabrikası deneyimi yaşatıyor. Şehir içinde bir kaç dükkanı olmakla beraber bence en güzel olanı 4 katlı, hem satış, hem de kafe hizmeti veren şubesiydi. Gün içinde sık sık uğradığım bu mekanda  çeşit çeşit çikolatalar, sıcak içecekler sizi kendinizden geçirecek. Özellikle de soğuk ve karlı bir günde çatı katındaki sıcacık ortamdaki mis gibi bir sıcak çikolata harika oldu! Ayrıca taze hazırlanan bitki çaylarını da deneyebilirsiniz.







Cafe Mazoh, Sacher Mazoch ile anılan mazoşizmi tema edinen bir pub&restoran. Burası turistler tarafından çok ilgi görüyor. Girişten itibaren bir kırbaç sesi duyduğunuz, garsonlar tarafından size uygulanmaktan geri kalınmayan bir kıraç bu, değişik bir yer! Kafede seyircilerin aktif katılımı ile çeşitli performasnlar sergileniyor. Bunlar genelde size acı çektirmek üzerine kurulu oluyor. Olur mu öyle saçma şey demeyin bunun çok fazla meraklısı olduğunu göreceksiniz. Farklı bir deneyim için gidilmeli, ama kendinizi garantiye almayı da unutmayın. Siz iyisi mi benim gibi duvar kenarında bir masayı oturun, biranızı alıp olanları seyredin. 



Lviv Kahve evi, kahve yapımının nasıl yapıldığını gösteren bir kahvehane olmakla beraber, arka tarafta kalan ve yerel halkın tercih ettiği camekanlı eski kafe kısmı ile keyifli vakit geçirmek için de ideal bir yer.  Kahvenizi yudumlarken, yağan kar altında sokaktan geçen tramvay ve insanları izlemek, güzel bir kış günü için ideal. Burada Türk kahvesi Lviv kahvesi olarak yanında kahve likörü ile geliyor. Yıllardır Osmanlı ile iç içe olan Leh bölgesi kahve kültürümüzden oldukça etkilenmiş ve buna ufak bir değişiklik yaparak likörü eklemiş. Bu arada kahvenin yanında Lviv usulü cheescake güzel bir tercih. Unutmadan buranın hemen karşısındaki muazzam güzel şekerlemeler yapan şekerciye uğramayı unutmayın. Eminim ki camekandaki şekerden yapılmış rengarenk sanat eserlerine ve heykelciklere bakmaktan gözünüzü alamayacaksınız. 

                        

Bildiğiniz üzere Rusya Ukrayna'nın doğu sınırını ve Kırım'ı ilhak etmiş durumda, ve ülkenin doğusunda yer yer ayrılıkçı çatışmalar da halen devam ediyor. Kime sorsanız farklı bir düşünce hakim, benim izlenimim ise bir zamanlar zaten Polonya sınırlarında olan Lviv'in daha Avrupa yanlısı olduğu, çoğunlukla Ukraynaca, hatta yer yer de Lehçe konuşulan, ve Rus karşıtı milliyetçi görüşlerin hakim olduğu bir bölge. İlerleyen günlerde ise Kiev, daha Rus yanlısı, Rusça'nın ağır bastığı Sovyet ruhu oldukça hissedeceğim bir yer olarak karşıma çıkacak.

Hal böyle olunca da Ukrayna bağımsızlığına atıfta bulunan Kryivka isimli kafeye gitmemek olmaz tabi ki! Kryivka, yerel halkın da sevdiği bir yeraltı sığınağı şeklinde tasarlanan başka bir tematik kafe. Girişte parola sorulan bu yere girmek için "Slava Ukraini" (Çok yaşa Ukrayna!) demeniz gerekiyor. Tabi ki başımda gündüz pazardan aldığım kalpağım ve bıyıklarım ile sorgusuz sualsiz içeri alınıyorum. Haha! Bir yere gidince oranın yerlisi gibi olmak kadar sevdiğim bir şey yok!


2 gün Lviv'in tadını dolu dolu çıkarttıktan sonra sabah erkenden tren istasyonuna geliyorum. Biletimi internetten almıştım, çıktısını gösterdikten sonra 6 kişilik kompartmanda cam kenarındaki yerimi alıyorum. Tren oldukça modern ve güzel.  Dün gece başlayan kar ise hafif hafif devam ediyor. Birazdan ayrılış düdüğü çalıyor ve tren ağır ağır istasyondan ayrılıyor, önümüzde Ukrayna bozkırlarını aşıp Kiev'e giden oldukça uzun bir yol var. Sonrasında ise beklenen gün Pripyat ve Çernobil keşfi!

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Çernobil'e doğru...

Lviv tren garında soğuk bir aralık sabahı, kar atıştırıyor... Eşyalarımı yerleştirdikten sonra cam kenarındaki yerime geçiyorum, kısa bir bekleyişin ardından yavaş yavaş hareket ediyor tren, kısa bir süre içinde şehirden çıkıp Ukrayna'nın uçsuz bucaksız bozkırlarına doğru yol almaya başlıyoruz.
Bir kaç gündür yağan kar her yeri bembeyaz bir örtüyle kaplamış, camdan gördüğüm uçsuz bucaksız bir beyazlık, bazen güzel çam ormanlarından, bazen kayın ormanlarından geçiyoruz, köylerin arasından... Her şey çok uzakta her şey beyaz, bembeyaz... Tıpkı Nazım'ın karlı kayın ormanı gibi...

Memleket mi, yıldızlar mı,

gençliğim mi daha uzak?


Kiev tran garına vardığımızda etraf kapkaranlık, dışarıda ise bir kar fırtınası... Hep bunu istemiştim, karlar altında bir sovyet şehri! Yavaş adımlarla bu büyük gardan çıkıp uberden bir araç çağırıyorum. Kısa bir süre içine eski püskü bir araç geliyor hemen valizi koyup ön koltuğa yerleşiyorum hava buz gibi. Kar fırtınası içinde Kiev'in geniş caddelerinden, devasa sovyet binalarının arasında geçerek hostele doğru yol alıyoruz. Etrafta fazla araç görmüyorum, sahi bu havada bu araç nasıl gidiyor! Pek de eski bir şey... Bir yanda da sürücü İngilizce bilmese de gideceğim yerin iyi olduğunu anlatmaya çalışıyor, sürekli gut gut diyor. Kısa bir süre sonra Kiev'in arka sokaklarında kara bata çıka da olsa hostele varıyoruz. Hızlıca eşyalarımı odama koyup yemek yemek için dışarıya çıkıyorum, ne de olsa upuzun bir tren yolculuğu yaptım!
Her seferinde bu kadar uzun yolu trenle bir daha gitmeyeceğim desem de yine de kendimi trene binmekten alıkoyamıyorum! Tren yolculuğu uzun da olsa güzeldir! Hele ki o tıkırtısı yok mu!

Takıyorum, 2 gün önce Lviv semt pazarından aldığım sovyet tipi kürklü şapkamı, vuruyorum kendimi Andriivs'kyi yokuşuna, oradan da ver elini Özgürlük Meydanı! Ukrayna'ın tarihe tanıklık eden kalbine! Ne güzel bir gece! Buz gibi bir hava ve karlar altında Kiev! Etrafta çok az insan var onlar da yarın sabah için araçlarını temizlemeye çalışıyor. Her ne kadar alışkın olsalar da, ansızın gelen bu kar fırtınası insanları evlerine sokmuş anlaşılan. Patır patır karları ezen bir ben ve kar sessizliği altında bir Kiev!

Kısaca şehri keşfettikten sonra çok da oyalanmadan geri dönmem gerek, yarın sabah bu meydanda rehber ile buluşup Çernobil'e gideceğim! Bir yazıdan, bir kitaptan taa buralara kadar geldim! Evden binlerce kilometre uzakta, soğuk bir kış gecesinde işte buradayım Özgürlük Meydanı'nda! Özgür hissettiğim yerde!

Kimisine göre olacak iş değil... Çocukluğumda fazlaca Arena, Haberci izledim bunlar hep ruhuma oradan işledi bence! Araştırmaya, öğrenmeye keşfetmeye devam!

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Napoli'den Çernobil'e uzanan bir yol

Bir söz vardır, "Napoli'de 2 kez ağlarsın, ilk kez geldiğinde ve de ayrılırken."  Gerçekten de öyleydi, Napoli'nin hikayelerini duyanları buraya ilk kez geldiklerinde korkutan bir hava vardır, ama bir kez alışıp da sevdin mi bırakamayacak kadar da kendine bağlar insanı.  
*** 

Son pizzalar yendi, arkadaşlar ile vedalaşıldı, her bir geziden toplanan hatıralıklar özenle çantaya yerleştirildi, bavullar kapatıldı. Artık gitmeye hazırım... Nasıl da çabuk geçmiş onca güzel zaman...

Saat 16.15 uçağım Capodichino'nun pistinde koşturmaya başladı, hızlandı yükseldi ve son bir kez daha gördüm kanatlarımın altında evimi, Napoli'nin o güzel manzarasını... Güzel hatıralar ile ayrılıyorum buradan, bir daha ne zaman gelirim hiç bilmiyorum... Kısa bir uçuşun ardından Roma'ya ineceğiz, buradan 21.45'te İstanbul'a hareket edecek olan uçuş beni evime aileme kavuşturacak.

Roma havalimanındaki inanılmaz kalabalığı aşıp pasaport işlemlerini yaptırdıktan sonra öğreniyorum ki uçuşum yaklaşık 4 saat kadar ertelenmiş. Beklemeye koyuluyorum, 15 Temmuz sonrası uçuşların olup olmayacağı bile belli değilken böyle bir uçuşun yapılıyor olması benim için büyük bir şans! Saatler ilerliyor, kapı bilgisi yok, kalkış saati yok, sadece bekliyoruz... Ailemle konuşmuştum fakat açıkcası ülkede tam olarak ne olduğuna dair net bir fikrim yoktu, hala acaba ülkeme dönebilecek miyim diye düşünüyordum. Bir yandan da 4 gün önce başıma gelenler hala aklımda, dağda fırtınaya yakalanıp uçurumun kıyısında hipotermi sınırında geçirdiğim saatler...

Fırtına öncesi son dakikalar / Sentiero Degli Dei /
Campania / İtalya  15 Temmuz 2016 10.30 GMT +1

***

Uzun bir bekleyişin ardından Alitalia'nın Roma-İstanbul seferini yapacak uçağa biniyorum. Gecenin karanlığına doğru kalkıyor uçağımız, göğün sonsuz derinliğinde bulutların içinde kayboluyoruz. Kimi zaman içim geçiyor, kimi zaman başım öne düşüyor...  En sonunda sabah saat 05 sularında Atatürk Havalimanı'nın 05 pistine teker koyuyor uçağımız, o an içimi bir huzur kaplıyor. Pasaport, gümrük, valiz derken karşılama salonunda beni bekleyen aileme koşarak sarılıyorum. Aylar sonra onları görmek ve doyasıya sarılmak ne güzel bir duygu...

Eve doğru yol alırken her yerde 15 Temmuz'un izlerini görüyorum, köşe başlarını tutmuş iş makineleri, yerlerde tank paleti izleri var. O gece olanlara dair öğrenilecek, okunacak çok şey var... Tabi kısa bir alışma sürecinden sonra her şey yine eskisi gibi geliyor gözüme, fakat hissettiklerim hiç de öyle değil. Her gün çıkan yeni bir karar getirilen yeni bir uygulama ile ülkemin ne yöne doğru gideceği ve hayatımı nasıl yönlendireceğim kafamda büyük bir soru işareti oluşturuyor.

Şaşalı bir Erasmus dönemi sonrası eski düzene geri dönmek biraz vakit alıyor haliyle. Yap-boz planlarla geçen bir 5. sınıf dönemi ile kaçınılmaz bir şekilde intörnlük de gelip çatıyor. Oysa benim kafamda o kadar çok soru var ki... TUS'a mı girsem, askere mi gitsem, hekimliği mi bıraksam, tası tarağı toplayıp yurt dışına mı yerleşsem, ve bir daha Napoli'yi ne zaman görebileceğim?

Bir dahiliye intörnünün asli görevi olan,
 kan istemi yapmak ve barkod basmak.
İşte böyle düşünceler içindeyken onkoloji bölümünde dahiliye intörlüğümü bitirdikten sonra pediatriye başlamıştım. Bu süreçte her ne kadar kendimi TUS çalışmaya zorlasam da kendimi gittikçe sürecin dışında kalmış hissediyordum. Meslektaşlarım bir kaç kez TUS tekrarı yapmışken, ben henüz ilk tekrarımı bile adam akıllı bitirmemiştim.  Onkoloji bölümünde çalışmak da moralmen yıpratıcı olmuştu ama gerçeklerle yüzleşmemi de sağlamıştı. Takip ettiğim son evre pankreas kanseri olan bir hastam vardı. Hastalık onu öylesine etkilemişti ki dışarıdan bakan biri babası ile onu yaşıt zannederdi, ne yazık... Bu adamcağıza PTK dediğimiz bir çeşit boşaltıcı sistem takmışlardı, ben de günde 2 kez sistemin çalışıp çalışmadığını kontrol eder, sabahları da ilk iş pansumanını yapardım. Bir sabah geldiğimde odasında yoktu...



Bir pediatri intönü olarak, NFA almaktan
 boş kalan zamanlarda bebekleri severken
Daha sonra başladığımız pediatride ise biraz olsun keyfim yerine gelmişti, her ne kadar ağlayan çocuklar olsa da ufaklıklar ile ilgilenmek beni canlandırmıştı, özellikle de yeni doğanların muayenelerini büyük bir keyifle yapıyordum. Hayatın anlamına dair derin düşüncelere daldım yine... Yaşam, ilk ve son nefes arasında göz açıp kapayıncaya kadar uçup gidiyordu. Biz ise günlük dertler ve koşuşturmalar ile bunun farkına bile varmıyorduk, ta ki hayat ben buradayım diyerek kafanıza topuzunu indirene kadar...



Ben de biraz olsun kafam dağılsın diye kendimi okumaya ve kitaplara verdim, yine bir gece internette çeşitli yazılar okurken 1986 yılındaki nükleer felaket sonrası kapatılan Çernobil ve Pripyat bölgesinin özel izinle gezilebildiğini ve son yıllarda bunun daha da kolaylaştığını okudum.

Sayfalar ve linkler birbirini kovaladı o gece, The Guardian'da Svetlena Alexievich tarafından yazılan Chernobyl Prayer / Voices from Chernobyl isimli kitabın bir kısmını okuma şansım oldu, itfaiye eri Vasily Ignatenko'nun hikayesi beni derinden etkiledi. Bu kitabı mutlaka okumalıydım, kitabın Türkçe çevirisi mevcutmuş, bu sayede hemen alıp okuma şansım oldu. Okudukça da Çernobil'e karşı olan ilgim derinleşti, her sayfada bu insanların başına gelen felakete karşı derin bir empati kuruyordum... Daha önce belgesellerini izlemiş, hatta lisede proje ödevi olarak nükleer santralleri anlatmıştım, fakat bu kitap hiç kimsenin anlatmadığı bir biçimde işin insani boyutunu gözler önüne seriyordu, onların hislerini size yansıtıyordu.

O an karar verdim, evet "Ground zero" denilen ve tüm bu felaketin başladığı 4 numaralı reaktörün olduğu bölgeye gitmeliydim... İçimde karşı konulamaz bir merak ve istek doğmuştu bir kez... Böylece hummalı bir araştırma ve planlamaya giriştim, sonunda kaba taslak bir plan oluşturabildim. Önce Lviv'e uçacak, oradan tren ile Kiev'e geçecek ve beni Çernobil'e götürecek rehber ile buluşacaktım. Geriye bir tek uygun zamanda uçak bileti denk getirmek ve ailemi ikna etmek kalmıştı.

Внимание, Внимание!



12 Mayıs 2020 Salı

Geçtiğimiz günlerde, bunca olayın arasında uzunca bir zamandır oturup da üç beş bir şeyler yazmadığımı fark ettim. Oysa ki en son yazımın üstünden epeyce zaman geçmiş, bu dönemde önce Ukrayna ve yüreklere korku salan bir Çernobil gezisi yapmış sonrasında mecburi hizmet ile Kars'a gitmiştim. Orada da rahat durmamış bölgeyi adım adım keşfe çıkmış, Ani haraberleri, Erzurum-Kars derken bir nöbet ertesi günde kendimi yıllardır hayalini kurduğum Doğu Bayazıt'ta bulmuştum.


İshak Paşa Sarayı - Doğu Bayazıt 2018 



Taa İstanbul'dan Kars'a posta ile pasaportumu getirtip, yenilettikten sonra da ilk fırsatta Van üzerinden tren ile İran'a geçip evden 3198 km öteye Şiraz'a kadar inmiş, Kars'ın iç titreten soğuğundan sonra kendimi İran çöllerinin kavurucu sıcaklarında bulmuştum. Şahane bir İran gezisini çarpıcı ve endişe verici bir sınır geçişi ile sonlandırdıktan sonra kendimi hemen Sarıkamış dağlarına atmış hayatımda ilk kez kayak kaymıştım ve bu spor beni inanılmaz bir şekilde heyecanlandırmıştı.

Tüm bunların arasında dahası bir Transkafkasya rotası çıkartmış gerekli bağlantıları kurmuş ve tam bunu uygulamaya koyacakken, İstanbul'a mezun olduğum üniversitemin aciline asistanlık atamam yapılmasıyla bu geziyi bir süre ertelemek zorunda kalacaktım.

Allahuekber Dağları -Sarıkamış - Kars


Asistanlığa başlamam ile beraber kimi zaman renkli kimi zaman yürek burkan onlarca hikayeye şahit olmuştum. Bu hikayeler ki anlatmakla bitmiyordu ama ben yazma dürtümü kaybetmiştim, belki çok üzgündüm belki de çok ilgisiz. Ta ki geçen hafta yoğun bakıma bir hastamı teslim etmeye gidene kadar...

***
Aralık 2019'dan beri bir bulaşıcı hastalık ile karşı karşıyayız. Corona virüsün yol açtığı bu hastalığı dünya basınına düştüğü ilk andan aralık ayından beri sıkı bir şekilde takip ediyor, her gelişmeyi ve gelecekteki potansiyel durumu inceliyordum. Hatta bir kaç kez hastalığın bu seyri ile pandemiye dönüşmesinin an meselesi olduğunu dile getirsem de çevremden yine "Aman Tunahan sen de yani!" sesleri yükselmişti. Bu konu zaten başlı başına ele almam gereken bir meseledir, zamanı gelince de bu sürecin nasıl geçtiğini yazacağım. Hastalık öyle hızlı bir şekilde yayıldı ki, herkesin bildiği gibi globalleşen dünyada bu kaçınılmazdı, hastalık karşısında ne yapacağımızı şaşırdık, hatta hastalığın adı bile bir kaç kez değişti en sonunda COVID-19 oldu.

Elbette hepimizi etkiledi bu hastalık, yaşam tarzımız değişti, alışkanlıklarımız ve sosyal hayatımız bir anda altüst oldu ama insanoğlu yine de kısa bir sürede duruma kendini adapte etti. Bir taraftan hastalık ile mücadele ederken bir taraftan da hızlı ve etkili yeni çözüm yolları geliştirmeye devam ediyor.

***

O gün covid şüpheli kırmızı alana ambulans ile arrest(kalbi ve solunumu durmuş) olarak getirilen bir hasta, etkili bir resüstasyon sonrasında stabilize edildi ve toraks tomografisinde corona virüs hastalığı (Corona Virus Disease-Covid-19 açılımı bunu ifade eder.) şüphesi olması üzerine hastanın genel durumu itibari ile yoğun bakıma yatış kararı alındı. İşte bu hastayı yoğun bakıma teslim etmek üzere birazdan yola çıkacaktım. Bu süreçte hissettiklerimin benzerini sanırım en son Çernobil gezimde hissetmiştim.


Pripyat hastanesi - Kaza sonrası kontamine
insanların getirildiği radyasyon maruziyetinin
en yüksek olduğu yerlerden biri.
Sürecin en başından beri acil servis içinde etkili yönetim planları düşünmüş ve hastanenin de bunları uygulamasında etkili olmuştuk. Kontaminasyonu en aza indirmek, salgın hastalıklarda ve KBNR vaklarında en önemli hamlelerden biridir, için belirlenen özel bir rota ile ancak acil servisten yoğun bakıma gidilebilir. Önce hazırlığımızı yaptık kişisel koruyucu ekipmanlarımızı tamamladık ve hastamızı ambulansa bindirdik. Kısa bir yolculuğun ardından enfeksiyon hastalıkları dış kapıya ulaştık,aslında aynı binadayız fakat kontaminasyon riskini en aza indirmek için böyle bir rota kullanıyoruz. Yanımda bir hemşiremiz ve personelimiz ile hastamızla enfeksiyon acil kapısından tekrar binaya giriş yapıyoruz. Bu bölgede dış kapıdaki güvenlikten başka hiç kimse yok, yavaşca koridorda ilerliyoruz, bir zamanlar enfeksiyon servisi olan bu alan tamamen sessizliğe gömülmüş durumda, normalde masası dosyalarla dolup taşan servis bankosunda bir tek telefon kalmış, bazı levhalar yerinden düşmüş. Çernobil'in derinliklerine doğru yürüyorum sanki...

Spot ışıkları altında ilerlerken, sessizliği hastamızın monitöründen gelen, kimi zaman geceler boyu rüyalarımda duyduğum, dıdıdıt dıdıt sesi bozuyor, bir an için dalgınlaşıyorum asistanlığımdaki ilk günlerim aklıma geliyor. Kapı açılma sesi ile irkiliyorum, az ileride koridora açılan yol geçici duvar örülerek kapatılmış, üstünde elle yazıldığı belli olan yoğun bakıma gider yazısı var, takip edip asansör ile yoğun bakım ünitesinin önüne çıkıyoruz.

Gergin bir bekleyişin ardından kapı açılıyor ve içeri giriyoruz, burada daha da derin bir sessizlik hakim, çalışanlar bir astronotun uzay yürüyüşündeki gibi sessizce ve dikkatle işlerini yapıyor, hastalar entübe oldukları için sadece monitörlerin alarmları bu derin sessizliği bozuyor. Koridordan geçerken sol tarafta sedyedeki siyah torba dikkatimi çekiyor, bunun bir ceset torbası olduğunu anlamam için geçen süre bir şimşek çakması kadar kısa ve anlık. Hemen sonra ara alana gelip hastamız için hazırlanan odaya hastamızı yerleştiriyoruz bu sırada dikkatimi çeken bir diğer nokta ise her iki yan odanın da boş olması. Hemen onlarında köşelerinde sedyelere ilişik bir şekilde duran siyah torbaları görüyorum. Ölümün soğuk nefesini ensemde en son ne zaman böyle hissetmiştim? Hatırlamıyorum, ama acil serviste gördüğüm ölümler gibi bir şey değildi bu kesinlikle.

Hastamızı teslim edip çıkıyoruz, aklımdaysa onlarca soru... Sessizce acil servise geri dönüyor dekontamine olduktan sonra çalışma alanıma geçiyorum. Aklımda ise ceset torbaları ve hastamız var... Ne olacak önümüzdeki günlerde acaba sağlıklı bir şekilde oradan çıkabilecek mi? Bu sırada yine ambulanslar geliyor gidiyor, 3 hastaya daha corona virüs şüphesi ile servis yatışı veriliyor. Nöbet süremiz doluyor yeni gelen arkadaşlara alanı devir ettikten sonra çıkıp eve geliyorum... Aklımda düşünceler...

***

Her gün sayılardan bahsediliyor televizyonda, internette anlık güncellenen harita bile mevcut. 1-2-3 cenaze, tam üç cenaze, akşama sağlık bakanın açıklayacağı sayılara eklenecek 3 kişi. Aileleri için bir dünya olan 3 kişi, kim bilir belki de hepsi bir ailenin bireyleriydi. Cenazeler kaldırılacak, gömülecek, belki hiç kimseleri gelemeyecek, onlar da ya karantinada ya hastanedeler. İBB cenaze işleri müdürü böyle bir çok vakadan bahsediyor, kimse gelemediği için cenaze işleri çalışanları son görevi yerine getiriyor, önceden belirlenmiş yerlere defin ediliyor hastalar, ne kadar kederli bir durum.

Saygıdeğer Metin hocam bana derdi ki hep, "Hani mortaliteden bahsediyoruz ya, %n her bir hastalık için belirlenmiş rakamlardan... O bir kişi o kişi için %100 mortalite oluyor." İnsan ancak kendi başına gelince bunun farkına varabiliyor sanırım, insanların sayılardan ibaret olmadığını.

Kısacası salgın hastalık bitmiş değil, henüz bitecek gibi de değil, ta ki biz tedavi veya aşının bir yolunu bulana kadar bununla yaşamayı öğrenmeliyiz. O yüzden lütfen azami sabrı gösterelim, hepimiz için kurallara uyalım, hepimiz bunaldık sıkıldık ama o yoğun bakımda olmaktan iyidir.


Kars Harakani Havaalanında Anadolujet'in Boeing 737'sine yakıt yükleyen bir tanker


Yeniden yazmaya başlıyorum bakalım, sizleri geçmiş ama yeni maceralara sürükleyeceğim...

Doyasıya uçacağımız yeni maceralara kanat çırpacağımız günleri de sabırsızlıkla bekliyorum, sağlıkla kalın sevgili dostlar...