Sic parvis magna

8 Temmuz 2022 Cuma

 Aslında Ukrayna gezimi ve Çernobil'i anlattığım bir seriye devam ediyorduk, fakat yoğunluk ve başka sebeplerden ötürü yazmaya vakit ayıramadım belki de yazasım gelmedi. Bu sırada dolu dolu bir Aladağlar zirve tırmanışı maceram olunca henüz duygularım köz halinde iken önce bunu yazmak istedim, okurlardan affola.

Başlamadan önce kulaklıklarınızı takıp bunu açın lütfen

***

“It’s not the mountain we conquer, but ourselves.”  Sir Edmund Hillary

Sir Hillary ne güzel tarif etmiş değil mi? Bizim de tam olarak buydu hissettiğimiz...

Hayatım boyunca dağlar hep ulu zirveleri erişilmez görünümleri ile ilgimi çekmiştir. Bir başlarına orada dururlar, kimi zaman düşünceli kimi zaman bilgece. Etraflarını bulutlar sarınca efkarlı olurlar, güneş ışınlarını kırarken de mutlu…. Ne dinazorlar birbirini parçaladı önlerinde belki de, ne meteor yağmurları parçaladı bedenlerini? Kimisi İskender'i gördü, kimisi Cesar'ı! 

Seyahatlerim boyunca ufuk çizgisinin değişmez manzarası onlar olmuştur belki de, onlara bakıp derin düşüncelere de dalmışımdır çoğu kez. Kimi zaman hedefimize giden yolda bir engel olarak görmüşüzdür de dağları belki. Benim içinse zorlu dağ geçitlerini arabayla geçmek hem korkutucu ama bir o kadar da heyecan verici olmuştur hep. Özellikle Bolu Dağı geçidi bayram seyahatleri sırasında bende önemli bir yer etmiştir. O izin verirse yol açılır ve sevenler sevdiklerine kavuşurdu. Daha sonra bu hislerden hareketle Alpleri arabayla geçtiğim bir tur dahi düzenledim. Sayısız yüksek dağ geçidini aştım ama gerçekten bir dağın zirvesine hiç tırmanmadım. Nasıl bir his olduğunu hep merak ettim durdum. Kitaplardan belgesellerden öğrendiğim kadarıyla biliyordum sadece.  

Avusturya Alpleri

Türkiye’de dağcılık denince Nasuh Mahruki ve Tunç Fındık akla gelen ilk isimlerden. Berkle beraber bir süredir dağcılık konusu üzerine çeşitli yazılar okuyup belgeseller izliyoruz. Özellikle Nasuh Mahruki’nin Everest Tırmanışı ve Tunç Fındık’ın K2 14x8000 tırmanışları nefes kesici başarı hikayeleridir. Biz de basit de olsa bu heyecanı ve hazzı tatmak istiyorduk ve bunun hiç kolay olmayacağını da  biliyorduk. Harekete geçme kararı aldık, fakat gerçeğini yaşamak cidden çok farklıymış!

Bir gün instagramda dağcılık üzerine içeriklere bakarken “Summit Turkey Expeditions” isimli bir toplulukla karşılaştım. Profesyonel rehberler eşliğinde, teknik ve teknik olmayan çeşitli tırmanışlar yapıyorlardı. 19 Mayıs haftasına da 4 günlük bir Aladağlar tırmanış programı yapılmıştı. Berkle konuştuktan sonra hemen programa kaydımızı yaptık ve sonrasında beklemeye koyulduk. Fakat 19 Mayıs haftasına gelindiğinde, dağdaki hava koşulları hala oldukça sertti ve o hafta yeni gelen kar yağışı ile bir çok yol kapanmış, katırlar eşyaları taşıyamaz olmuştu. Şartlar iyice zorlaşınca, bizim de elimizde kış şartlarına uygun malzeme de olmadığı için haliyle iptal etmek zorunda kaldık. Neyseki aynı ekip 18-19 Haziran’a Kızılkaya, Emler, Karasay ve Eznevit zirvelerini planlamışlar, biz de programımızı oraya kaydırdık.

Aladağlar

Aladağlar Türkiye’de Toroslar’ın en yüksek dağ grubunu oluşturuyor. Niğde-Kayseri-Adana üçgenin bir sıradağlar topluluğu, 3771mtlik Kızılkaya zirvesi en yüksek noktası iken, yaklaşık 50nin üzerinde 3500mtden fazla zirve bulunan bölgede, kışın yağan karın erimesi sonucu ilkbahar aylarında buzul gölleri oluşuyor. Yerli yabancı birçok dağcının ilgisini çeken bölgede, ister trekking yapabilirsiniz, isterseniz de zorlayıcı teknik tırmanışlar gerçekleştirebilirsiniz. Hatta Trans Aladağlar yaparak bir uçtan bir uca tüm bölgeyi geçebilirsiniz-ki bizim bir sonraki planlarımız arasında artık bu da yer alıyor.

***

17 Haziran Cuma günü yine yoğun geçen bir nöbetin ardından eve geldim, Berkle hızlıca çantaları hazırladık, gıda stokumuzu yaptık. Eh bir de yapılan gezilerin dokümantasyonu yapılacak, kameralar olmazsa olmaz! Akşam saat 22 sularında bizi servisimiz aldıktan sonra kafamı koltuğa bir yasladım, uyandığımda Bolu’da mola vermiştik. Sonrasında tekrar uyumuşum gözümü Niğde tabelasında açtım!

Marketten ufak tefek eksikleri giderdikten sonra aracımızla Çukurbağ köyüne geldik. Burada yıllardır dağcılara hizmet eden Bilal amcamızın köy evinde kahvaltımızı yaptık. Ekiple tanışma fırsatını elde ettik. 19 kişi olarak bu tırmanışımı yapacağız, 2 grup olacak, 1. Grup profesyonel tırmanıcılar teknik tırmanış olan Kızılkaya'yı gerçekleştirecek, içinde bizim olduğumuz 2. Grup ise Emler Karasay ve vakit kalırsa da Eznevit zirvelerini tamamlayacak. Bu arada grubun en genç ikilisi Berk ve ben! Diğer herkes +30-40 yaş aralığında ve itiraf etmeliyim ki oldukça enerjik insanlar! Bizim grupta ilk kez zirve yapacak 5 kişi var, hepimiz çok heyecanlıyız.

Kahvaltıdan sonra eşyalarımız traktörün romörküne yüklendi, biz de yine oraya oturduk ve kamp alanına doğru yola koyulduk.  Köyden Aladağlar manzarası nefes kesici! Ki dağın buradan sadece ön yüzü gözüküyor! Yaklaşık 1 saatlik bir yolcuğun ardından traktörümüz bizi ilk kamp alanına bırakıyor.
Burası 2000 metrede, genelde koyunların otladığı yayla gibi bir alan, buradan sonrasında zaten artık dağ başlıyor.  Hemen çadırlarımızı kurup ilk yerleşmeyi yapıyoruz.

Kamp alanı genel görünüş

Aslında planlanan kamp alanı burası değilmiş, asıl kamp alanı yaklaşık 3000mtrede dağda farklı bir alan fakat yer yer olan kar birikintisi vb sebeplerle katırların yukarı çıkması risk oluşturduğu için kampı aşağıda kurma kararı alındı. Kısa bir dinlenmenin ardından ufak bir keşif ve alıştırma yürüyüşü yapmak için yukarı doğru yola koyuluyoruz. Bu arada söylemeliyim ki güneş yukarıda son derece yakıcı!  
2400mtrede dağın girişi olan “Kapı”-dar bir boğaz-ya kadar hafif tempo tırmanıyoruz. Rehberimiz kapıdaki kar ve zemin durumunu kontrol edip yarınki geçiş için plan yaparken biz de molanın ve manzaranın tadını çıkartıyoruz ve dönüşe geçiyoruz.

Dönüş sonrası 1 saat yemek arası yapıp teknik toplantımızı gerçekleştirdik. Rehberlerimiz Emre Ahmet ve Berkan hocalar, dağcılık konusunda en önemli hatırlatmaları tekrar ettiler. “Malzemeni kontrol et, arkadaşını kontrol et ve kendini kontrol et. Aceleye asla yer yok! Kendini iyi hissetmiyorsan mutlaka haber vereceksin” ve bence en önemlisi “Rehberin kontrolünden çıkılmayacak!”
Birçok kaza maalesef ki, acelecilik, eve dönüş sendromu veya rehbere uymamak gibi sebeplerden meydana geliyor. Bu işin bir ekip işi olduğu ve ekibin en zayıf halkası kadar güçlü olduğu unutulmamalı!

Dağa bakış

“Şunu en baştan kabul etmemiz lazım, dağ orada duruyor, bugün olmaz başka bir gün olur arkadaşlar ve dağ hata yapılabilecek bir yer değildir.”

Gece 02.00’da yola çıkmak için anlaşıp, uyumak üzere çadırlara dağılıyoruz. Gece yatmadan çantalar kıyafetler hazırlanıyor ve kısa da olsa uyumak için tulumlara giriliyor. Berkle biraz sohbet ettikten sonra, içim geçmiş 01.15’te alarm sesine uyanıyorum. Bu kısa süre göz açıp kapama gibi geliyor ve hızlıca kalkıp malzemeleri kuşanıyoruz. Işıklar kaska, kask kafaya takılıyor, sırtta çantalar elde batonlar saat 02.00’da ayın aydınlattığı gecede 19 kişi tek sıra olup yola koyuluyoruz. Ay her ne kadar etrafı aydınlatsa da gece oldukça karanlık, haliyle sadece kafa fenerinin aydınlattığı yerleri görerek ilerliyoruz. Değişik bir his… Bilmeden görmeden ilerlemek…

İlk zorlu geçiş noktası olan “Kapı”ya varıyoruz. Artık tırmanışımız zorlaşıyor, rehberimiz önde dar bir rotadan ilerliyor ve yer yer zeminle ilgili uyarılarını yapıyor. Bu dar boğaz noktasını firkete yaparak çıkıyoruz. Arkama baktığımda grubun geriye kalanı ve kafa fenerlerinin aydınlığını görüyorum. Tıpkı o belgesellerde izlediğimiz gibi bir an! Nasıl da heyecan verici!

Kapıya yaklaşım hazırlığı

Boğazdan geçtikten sonra sağa dönüp yukarı doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Rehberlerimiz solunuza bakmayın, ileriye ve önünüze bakın diye uyarsa da anlık olarak soluma bakmamla derin bir uçurumu görmem bir oluyor! Hemen kafamı öne çevirip gruba odaklanıyorum, ama bir taraftan da içimi kemiren o düşünceler! Biz nasıl bir yoldan çıkıyoruz acaba? Daha başı böyle ise ileride neler olacak?

Rehberimiz zaman zaman nefes molaları verdiriyor, ilerleyen saatlerde artık alacakaranlık yerini günün ilk ışıklarına bırakmaya hazırlanırken bir uçurum yamacında sırtımızı kayalara yaslayıp kısa süreli ikinci molamızı veriyoruz ve tekrardan yola koyuluyoruz. Artık darboğazları geçtik uçurumların yerini her iki yanımızda yükselen Aladağlar kütlesi alıyor, vadi tabanından S çize çize “Mola taşı” noktasına doğru ağır ağır ilerliyoruz.

Güneş doğmaya hazırlanıyor

Mola taşı Emler-Kızılkaya-Karasay-Eznevit zirveleri arasında vadinin ortasında tek başına kalakalmış kocaman bir kaya parçası. Sanki herkesler gitmiş de kendisi yüzyıllardır orada yapayalnız birilerini bekliyor gibi. Hemen onun dibine oturup kahvaltımızı yapıyoruz. Güneşin ilk ışıkları da artık zirvelere vurmaya başladı, dört bir yanımızda nefes kesici bir manzara! Yaklaşık 3000mtrede olmamıza karşın dağların yanında hala çok aşağıda gibi hissediyoruz! Dağların heybeti sizi sürekli küçük hissettiriyor. Bu arada asıl kamp alanımız buraya yakın bir nokta olacaktı, ama katırlar çıkamadığı için bu noktaya kadar kendimiz gelmiş olduk.

Şimdi gruplarımız ayrılıyor, Kızılkaya teknik ekibi sağdan yukarı giderken bizler sol taraftan yukarı Çelikbuyduran’a doğru yola koyuluyoruz. Çelikbuyduran yani çeliği bile bükecek kadar güçlü anlamına gelen bu noktada, eriyen karlardan doğal bir kaynak oluşuyor. Daha sonra bu su tam oradan yer altına karışıp aşağılara kadar gidiyor.  Buraya yaklaşırken altımızdaki kayaların içinden gümbür gümbür geçen suyun sesini duyuyoruz ve biraz yukarı daha yürüyünce erimekte olan kar kütlesi, güneşte parlayan tertemiz suyu ile bize göz kırpıyor. Buradaki buz gibi sudan doyasıya içtikten sonra, güneş kremlerimizi sürüp Emler zirvesinin yolunu tutuyoruz. Yükseklerde güneş ışınları daha keskin ve mutlaka güneş gözlüğü ve güneş kremi kullanmak gerekiyor. Uzun kollu UV korumalı kıyafetler giymek açıktan kalan her yeri örtmek çok önemli.

Buzul gölleri platosu

Zirve yolunda zemin gevşek olduğu için attığınız 3 adımda 1 veya 2 adım ileri gidebiliyorsunuz ve eğim arttığı için de harcadığınız efor gitgide artıyor. Dura kalka yavaş fakat emin adımlarla zirveye doğru ilerliyoruz, zaman zaman arkamızı dönüp manzaraya bakmayı da ihmal etmiyoruz. Buzul göllerinin ve Aladağlar platosunun eşsiz manzarası unutulmaz! 9 kişilik grubumuzla saat 9 sularında Emler Zirvesi’ne varıyoruz! Varır varmaz Berkle kendimizi sağlam bir yere atıp, soluklanıyoruz, fakat çok heyecanlıyız! Dile kolay, 3737metredeyiz, 7 saattir yürüyoruz, 2000mt’den buralara yükseldik! Rehberimiz tek tek bizleri tebrik ediyor. Berk ve benim yaptığımız ilk zirve tırmanışı ve Türkiye’nin en yüksek 9. noktasına tırmandık!

Emler zirvesi

Bir yanımızda Kızılkaya diğer yanımızda Demirkazık zirveleri, Aladağların en yüksek zirveleri ile neredeyse göz gözeyiz! Hava zirvede oldukça rüzgarlı fakat drone uçurmaya karar verip, daha zirve heyecanı geçmemişken bir de drone uçurma heyecanını yaşıyoruz.  Grup fotoğrafları çekiliyor, atıştırmalıklar yeniyor ve iniş için yeniden hareketleniyoruz. 

Çıkmak mı zor inmek mi daha zor deseniz, bence ikisi de zor fakat iniş daha hızlı gerçekleşiyor. Oldukça dik olan yamaçtan kontrollü bir şekilde Çelikbuyduran’a kadar aralıksız inişimizi gerçekleştiriyoruz. Burada yeniden sularımızı doldururken, Berk Karasay zirveye gelmek istemediğini yorulduğunu bana ifade ediyor. Rehberimiz yorgun olan birkaç kişiyi daha ayırıp onları mola taşına doğru yollarken kalanlarla hızlıca Karasay zirvesi için yola koyuluyoruz.

Çelikbuyduran kaynağı

Berk burada kendinin farkında ve çok akıllıca davranarak ikinci zirveyi zorlamama kararını alabiliyor. Fakat ben, deli dolu olan ben, ilk zirvenin zevki ve heyecanı ile sporcuyum ben buraya da çıkarım düşüncesine kapılıyorum.

İlk zirvemiz olması ve grubun keyfinin yerinde olması nedeniyle Emler zirvede neredeyse 1 saat kadar kaldığımız için vaktimiz daralmış oluyor. Normalde S çize çize Karasay’a çıkacakken hem yer yer kar olması hem de vakit darlığı nedeni ile direkt yukarı uzanan bir tırmanış rotası seçiyor rehberimiz Emre. Yaklaşık yarım saatlik büyük kayaların üzerinden devam eden tırmanış sonunda eğim iyice artıyor ve büyük taşlar yerini çarşaf zemine bırakıyor. Grupça bata çıka yukarı doğru ilerliyoruz ilerlemesine fakat eğim arttıkça zorluk derecesi de artıyor. Arkamı dönüp aşağıya baktığımda bütün vadiyi görebiliyorum. Berk’ler mola taşının orada karınca gibi gözüküyorlar, üzerinde durduğum yamacın eğimi o kadar fazla ki sırtımı yaslamadan durmam mümkün değil. Beni o sırada işte bir heyecan ve korku sarıyor. Artık buradan geri dönülemez, grupça yukarı çıkılacak! Ama ben daha bu kadar eğimde böyle hissederken, önümde duran birazdan çıkacağımız dar boğazdan nasıl çıkacağımızı kara kara düşünüyorum. Aslında benim yükseklik korkum var diyorum rehbere! O da nasıl yani diye şaşırıyor! Yani evet çocukken yüksekten oldukça korkardım, ama zamanla bunu yendiğimi düşünüyordum, yine çok yüksek yerlerde heyecanlanırım, adrenalin tüm vücudumu sarar, problem değil diyorum, ama siz bir de onu gelin bana sorun! O an neler hissettiğimi anlatmam mümkün değil, hele bir de birkaç tane bastığım kaya ayağımın altından yuvarlanıp vadinin dibine doğru sonsuz bir yolculuğa çıkmışken!

Kendimi filmlerdeki, video oyunlarındaki o en zor sahnelerden birindeymiş gibi hissediyorum. Kafamda türlü gerilim müzikleri çalıyor…

Uçurumdan bakış
Nefes molasının ardından darboğaza giriş yapıyoruz, her adımdan gevşek zemin ayağımın altından kayıyor, bazen tutunduğum taşlar kopuyor ve bata çıka ilerliyoruz. Arkama bakamam, artık eğim neredeyse %60lara yaklaşmış durumda… Sonra sakinleşmek için bir süre bildiğim duaları okuyorum, duaların yerini kendime telkinler alıyor, sonra tekrar dualar tekrar telkinler… Böyle bir şekilde işte o dik yamacı çıkıp sırta varıyoruz, tam bir rahatlama hissi gelecekken şimdi aklımda daha büyük bir soru: Ben buradan aşağı nasıl ineceğim? Emre hocam diyor ki: "Tunahan hocam sakin ol, ben seni buradan indireceğim merak etme, gel şu zirvemizi tamamlayalım."

O zorlu etap bittikten sonra dağ kütlesinin sırtından-her iki yanımız yine uçurum bu arada- Karasay zirveye doğru yürüyoruz şimdi. Arkamızda Kızılkaya ekibi ise son ipli tırmanış etabını gerçekleştiriyor. İşte bu anlarda bir bulut sarıyor onları… Bulutlar bize doğru yaklaşarak Karasay zirveyi de kaplarken ne biz aşağıda bekleyen Berkleri görebiliyoruz, ne de onlar bizi görebiliyor! Tek görebildiğimiz karşımızda Eznevit, uzaklarda Adana yönüne doğru Kaldı dağları… Karasay zirveye geliyoruz. 3550mt’deyiz. Başarmış olmanın tatlı gururu korkunun yerini alıyor. Bir huzur ve mutluluk kaplıyor içimi, tarif edilmesi zor bir mutluluk!




Arkamızda uçurum yokmuşçasına



Zirvede iken telefonuma bakıyorum, 3550mt’de Vodafone çekiyor! İnanılmaz! Hemen sevdiklerimle görüntülü görüşme yapıp bu eşsiz manzarayı ve heyecanımı onlarla paylaşıyorum. Neler anlatacağımı bilmiyorum? Tarifsiz bir his... Az önce buraya çıkarken bin bir türlü düşünce aklımdayken şimdi heyecandan hepsi, tüm korkularım uçup gitmiş gibi… Öylesine dolu dolu bir özgürlük hissi…






Karasay zirvede zirve defterine adlarımızı yazıp duygularımızı dile getirip hızlıca geri dönüş yoluna koyuluyoruz. Oldukça geç kaldık, geç kaldık ama en baştaki kuralımızı hatırlıyoruz, aceleye yer yok. Ayrıca bulutlar dağı sardığı için görüş mesafemiz 5 metreden öteye geçmiyor. Vadinin aşağısını göremeyince heyecanım azalıyor, fakat iniş için uygun bir rota bulmak zor. Önde rehberimiz Emre ve yanında arkadaşı Selami en güvenli yolu bulabilmek için santim santim ilerliyor ve bize komutlar veriyor. Yeri geliyor bazı noktalarda ayağımız uçuruma doğru boşa çıkarken aşağı kayalar yuvarlanıyor, yeri geliyor ufak atlayışlar yaparak zor noktaları geçiyoruz. Aşağıdaki patika yola doğru inmeye çalışıyoruz eğer bir kez oraya inersek, çarşaf zeminden rahatça aşağı inebileceğiz.

En değerli varlığım

Sonra birden yolumuz devasa bir kar kitlesi tarafından kesiliyor, herhangi bir yerden etrafını dolanmak mümkün değil. Geri dönmek de pek mümkün gözükmüyor, zira geldiğimiz zemini bozduğumuz için tek çıkış yolumuz bu kar kütlesi üzerinden geçmek! Sisten aşağısını göremediğimiz bir uçurum kenarındayız! Rehber Emre tecrübeli dağcı, hemen zemini ve kar kütlesini kontrol ediyor ve kar inişi yapmaya karar veriyor. Önden kendisi ayağını kara saplaya saplaya bize basamaklar oluşturarak bir yol açıyor. Selami’nin yardımıyla tek tek kar kütlesine kendimizi saplaya saplaya geri geri merdiven inişi yapıyoruz. O kar kütlesi içinde inerken hissettiğim şeyleri tarif etmek mümkün değil! Yaşadığımı dolu dolu hissettiğim anlardan biriydi bu sanırım, çıktığımız bu zirveden inmeliyiz ve bunu yapacak olan da biziz kendimize bizden başka kimse yardımcı olamazdı. Heyecanlı ama gururlu bir o kadar da korkutucu, aynı zamanda tatminkâr…

Demirkazık zirvesi

O kar kütlesini indikten az bir süre sonra patikaya vardık ve artık mutluluk veren kısım başlamıştı, çarşaf zeminde sanki kayak yaparmışçasına karlar üstünde kayarmış gibi, paldır küldür mola taşına kadar uçarak gelmiştik adeta! İner inmez önce Berk’e sımsıkı sarıldım, çıkarken yaşadığım korkunun yerini gurur ve huzur almıştı birden! Nasıl bir rahatlama hissiydi o? Koştum rehbere sarıldım sağ salim buraya indik diye… Oysaki birazdan gecenin karanlığında görmeden çıktığımız boğazı inecektik ki, nereden bilebilirdim orasının da en az bu zirve inişi kadar zorlayıcı olacağını?

Kızılkaya zirvesi

Şimdi üstüme müthiş bir rahatlık gelmişken koşar adım kamp alanına ineceğimizi düşünüyordum. Gelirken ne kadar zor yerlerden çıktığımızı nasıl da unutmuşum ama! Biraz debelenmenin ardından, rehberin gece solunuza bakmayın dediği uçurumlu boğaza geldik. Burada zemini kocaman ve kayan kayalar oluşturuyor. Artık yorgunluk tüm grup için hat safhada, zaman zaman konsantrasyon dağılıyor ve kayıp düşeyazmalar moral bozucu oluyor. Berk hemen önümde ilerlerken, birkaç kez düşeyazması onu oldukça tedirgin edince adımları ürkekleşiyor ve iyice yavaşlıyor. Bir ara kendini o kadar kasıyor ki neredeyse adım atamaz hale gelince rehberimiz durumun farkına varıp Berk’e güzel telkinlerde bulunuyor. Bu sırada yine Selami, her riskli noktada Berk ve bana eşlik ediyordu. Bende de durum tam tersiydi, iç bacak kaslarım titremeye de başlayınca yorgunlukla beraber artık inelim de bitirelim düşüncesinin, eve dönüş sendromu yani,  getirdiği aşırı rahatlık hissi hata yapmama yol açıyordu. Bu sebeple birkaç kez de düşeyazdım…

Kapıyı geçerken
Tam bitti derken işte “Kapı” geçidine varıyoruz ve zor bir iniş öncesi bir müddet oturup dinleniyoruz. Burada otururken bile gerilebiliyor insan, zira bir yanınız dimdik uçurum, biraz başınız dönse düşeyazsanız sonunuz hiç iyi olmaz! Hal böyle olunca en sağlam bulduğunuz yere oturup kendinizi güvenceye almak istiyorsunuz. Kapı’da bir müddet bekledikten sonra ekip kendi hızına göre parçalar halinde bu zor geçidi de geçerek 2400 metre seviyesine iniyor. Bundan sonrası kamp alanına kadar nispeten kolay bir trekking rotası aslında ama o kadar yorgunuz ki adımlarımızı zor atıyoruz. Saatime bakıyorum 16 saati geçmiş yürüyüşümüz, insan gerçekten hayret ediyor bu kadar süre bunları yapabildiğine. Grup artık kendi temposuna göre parça parça kamp alanına doğru inerken aklımda bin bir türlü düşünce dolaşıyor. Arkamı dönüp dağa bakıyorum, o ne heybetli görünüş öyle, ama göründüğünden daha da fazlasını içeriyor… Kim bilir daha ne hikayeler saklıyor içinde?

Aladağlar yine görüşeceğiz diyorum, belki yakında değil ama ileride tekrar görüşeceğiz diyorum ve teşekkür ediyorum 2 zirve yapmama ve geri dönmemize izin verdiği için.

Zirve yolunda

Saat 19a yaklaşırken 17 saatin ardından kamp alanına varıyoruz. Programın oldukça gerisindeyiz, normalde 19’da İstanbul’a dönüş yoluna çıkmamız gerekirken şimdi daha çadırları topluyoruz.
Telsizden diğer ekiple görüşülüyor. Onlar da Kızılkaya’dan inmeye başlamışlar. Moralleri ve enerjileri yerindeymiş. Yaklaşık 1 saatin ardından da onlar varıyor kamp alanına, tüm eşyalar toplandıktan sonra karpuz kesip kutlama yapıyoruz. Eşyaları traktöre atıyoruz ve gecenin karanlığında köye doğru yolculuk başlıyor. Bir önceki gece ay nedeniyle göremediğimiz samanyolu henüz ay doğmadığı için gösteriyor bize kendini. Ne muhteşem bir manzara, arkada Aladağlar’ın silueti ve Samanyolu’nun parıldayan yıldızlar. Hava oldukça serin, bense çok yorgunum, traktörün sallantısı bana beşik gibi geliyor, köye inene kadar ara ara içim geçiyor… Böyle yorgunken uyunan uykular ne güzel uykular öyle değil mi?

Köye indikten sonra Bilal amcanın evinde nohut pilav turşu ve yufkamızı açlıktan çıkmış gibi bir çırpıda yiyor ve aracımıza atlayıp İstanbul’a doğru son gaz yola koyuluyoruz. Arabaya biner binmez uyuyakalıyorum uyandığımda yine Bolu’dayız… Sonra yine İstanbul...

***

“Life’s a bit like mountaineering – never look down.” Sir Edmund Hillary

Summit Turkey Expeditions ekibine, o gün bizimle tırmanış yapan herkese sevgi ve selamlarımı iletiyorum. Dağcılık sporu ile ilgilenen herkesin önünde saygı ile eğiliyorum, tekrardan dağlarda görüşmek üzere hoşçakalın!


Summit Turkey Expedition Turkey 18-19 Haziran Aladağlar


***




18 Ekim 2020 Pazar

Lviv

Doğu mu Batı mı?

Genellikle gece hayatı ile bilinen Lviv'in aslında bundan çok farklı bir yer olduğunu ve kültürel anlamda çok daha fazlasını vaat ettiğini söyleyebilirim. Çeşit çeşit oyuncak gibi şekerlemelerin satıldığı dükkanlar, tematik kafe ve barlar, noel pazarı, büyük ve süslü operası ile Sovyet ve Avrupa ruhunu bir arada yaşabileceğiniz rengarenk bir şehir!

                 

Ben de Çernobil'e giden yola, İstanbul'dan direk ulaşım imkanı da olduğu için Lviv ile başlıyorum. Hem de okuduğum kadaryıla Lviv ve Kiev ülkenin iki farklı ruhunu yansıtıyor.

Başlamadan önce belirteyim benim gittiğim dönemde Ukrayna'da Uber kullanmak serbestti ve ücretler oldukça makuldu, ayrıca bizim Bitaksiye benzer Uklon uygulaması da mevcut. Bu iki uygulama hem size çok kolaylık sağlıyor, hem de normal taksiden daha uygun fiyat veriyor. Bu uygulamaları kullanırsanız nereye, hangi yol üzerinden, ne kadar ücrete gideceğinizi hem önceden bilir hem de dolandırılmazsınız. Ayrıca kredi kartınızı da tanımlarsanız nakit parayla da uğraşmadan araçtan inebilirsiniz.

Havalimanından iner inmez, wi-fi üzerinden hemen bir Uber aracı çağırarak airB&B'den tuttuğum eve geçtim. Tuttuğum ev şehir merkezine yürüyerek 10dk mesafede Sovyet öncesi dönemden kalma eski bir binadaydı. Ev sahibi kısaca bana evi gösterdikten sonra şehir hakkında genel bilgiler verdi. Bu arada ev dediğime bakmayın toplam 20 metrekare var ya da yoktur, ama itiraf etmeliyim ki Lviv'in soğuk havasında bu ev oldukça sıcaktı. Isıtma sistemi son derece güzel çalışıyordu. 

Hemen kendimi Lviv sokaklarına attım, evin olduğu mahalleden Lviv eski şehir merkezine giderken etrafımı dikkatlice inceliyordum, karşımda ne tam bir Sovyet ruhu vardı ne de tam bir Avrupa şehri. Eski tramvaylar ve troleybüsler ile yıpranmış arnavut kaldırımı yolları kucaklayan gri büyük binalar daha çok sovyet havası veriyordu. Fakat şehir merkezine gelince bu hava birden kayboldu, çünkü Lviv merkezi oldukça canlı ve renkli gözüküyordu, daha çok bir orta Avrupa şehri gibiydi. Meydanda bir belediye binası ve etrafında renkli taş binalar altlarında kafeler ile canlı bir hayat sunuyordu.





Akşamları çok canlı olan Lviv merkezine girişte sizi opera binası karşılıyor. Eskiden şehrin tam ortasından akmakta olan bir derenin ıslah edilerek üzerine kazıklar ile kurulan bu opera binasının alt katından dehlizlere açılan kapılar olduğu biliniyor ve zamanla bunun üzerine şehirde çeşitli efsaneler de türemiş. Şimdilerde burada bir restorant hizmet veriyor, dehlizleri görmek için burayı ziyaret edebilirsiniz. Bu güzel binada gerçekleştirilen performanslar da bir o kadar başarılıymış, fiyatlar ise oldukça uygun fakat önceden yer ayırtmazsanız bilet bulmakta zorlanabilirsiniz. Maalesef benim gittiğim dönemde opera tatilde olduğu için herhangi bir performans izleme şansım olmadı. Siz mutlaka gidin!

Şehir merkezi oldukça küçük, Kadıköy Çarşı-Moda kadar bile büyük değil. Haliyle kaldığınız süre boyunca genellikle aynı yerlere geliyorsunuz. Rynok meydanında bulunan belediye binasının saat kulesi oldukça güzel, aktif olarak belediye binası hizmeti veren bu binanın içinden çatıya çıkıp Lviv'e yukarıdan şöyle bir bakabilirsiniz. Ama baya bir merdiven çıkmanız gerekecek! Tam çıkışta ise hala çalışan saat mekanizmasını görebilirsiniz. Meydanın arka köşesinde bulunan siyah bina ise görüntüsü ile turistlerin ilgisini çekiyor. Kimisine göre yapımında kullanılan taşların zamanla oksitlenmesi ile bu hale gelirken kimilerine göre ise ısınma amacıyla kullanılan yakacaklardaki isin zamanlar bina üzerinde birikmesi ve hiç temizlenmemesinden kaynaklanıyor. Ayrıca kurallara göre bu meydandaki binların 3 adet penceresi olabilirmiş. Çoğunlukla da öyle, arada kural bozan yok mu derseniz, var gibi gözükse de aslında iki ayrı binanın birleştirilmesi ile oluşmuş bir durum olduğunu öğreneceksiniz.


Meydanın bir diğer köşesinde ise eski bir eczane bulunuyor. Burada yüzlerce şişe ve esansı görmek mümkün, eh ne de olsa zamanında eczacılar birer simyacı, kimyagerdi ve ellerindeki tarife göre çeşitli karışımlar ile ilaçları hazırlıyorlardı.

Şehir içinde irili ufaklı bir çok kilise mevcut. Bunlardan benim ilgimi en çok çekeni Dormition kilisesi ve arkasındaki 3 azizler şapeli oldu. Hemen bir yan sokaktaki Dominik kilisesi de görülmeye değer. Bu çevrede bir de ikinci el pazarı oluyor. Sovyet döneminde kalma şeyleri bulabileceğiniz minik bir pazar, eğer Kiev'e devam edecekseniz burayı pas geçebilirsiniz zira Kiev'de çok daha fazlası var!


Ivan Franco parkı hemen üniversite karşısında güzelce bir şehir parkı. Yerel halk ve üniversite öğrencileri buraya çok sık geliyorlar. Gün içinde oturup biraz dinlenip kitap okuyabileceğiniz bir nokta. Ben çıkmadım ama şehrin ufak bir de tepesi bulunuyor, yine buradan panaromik şehir manzarası seyredilebilir.



Heineken deneyimine benzer bir yer olarak Lvivarnya'yı deneyebilirsiniz. Fiyatına göre fazla bir şey vaat etmediği için gezmemiştim ama buranın hemen yanından salı pazarı benzeri bir pazar olan Krakivsky pazarına çıkıyorsunuz ki yerel hayatı gözlemlemek için güzel bir yer. Farklı bir ürün görürüm diye düşünmüştüm ama pek de öyle olmadı, çoğu ürün ya Türkiye'den ya da Çin'den gelme. Eh Türkiye'den gelenler de zaten bize göre pahalıya satılıyordu. Yalnız çok fazla şapka çeşidi olan bir şapkacıdan rus malı güzel bir şapka aldım. Buranın soğunu ancak bu keser!


Bir de yılbaşı zamanı kurulan sokak pazarları var ki burada çok güzel hatıralık eşyalar satılıyor. Mutlaka kendinize göre bir şey bulursunuz. Eğer kış zamanı giderseniz meydanın bir yanına kurulan buz pateni pistine girebilirsiniz. O zaman buz pateni kaymayı bilmediğim için denememiştim, hoş yine çok iyi bildiğim söylenemez ya! Siz yine de dikkatli olun!






Yeme&içme

Puzata Hata, Ukrayna'da ekonomik, yöresel ve hızlı yemek için ideal adreslerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bizim balkan lokantası gibi düşünün. Gezim boyunca çeşitli yöresel yemeklerini burada deneme şansım oldu, sizlere de mutlaka tavsiye ederim. Hoşunuza giden yemekleri not edip daha sonra daha kaliteli bir restoranda da yiyebilirsiniz. Özellikle borş çorbasını çok sevdiğimi belirtmeliyim.




Size farklı olarak Trapezna isimli bir restorandan bahsedeyim. Kilise altında bir mahzene kurulmuş olan buraya tam bir ortaçağ hanı havası verilmiş. Basık bir tavanda etrafınız taş duvarlar ile örülü, hemen hemen her şey ahşap ve loş aydınlatma ile arkaplanda çalan müzik size Geralt ile bir Witcher bölümündeymişsiniz hissini yaşatıyor. Menüleri ise manastır el yazmaları gibi hazırlanmış, eski tipte kril yazısı ve çeşitli ikonaları içeren resimleri incelemekten ne yiyeceğinize karar vermek biraz zaman alıyor.  Ben tercihimi keşiş usulü manastır borşundan ve tavşan yahnsinden yana kullandım. E tabi yanında bir de kvass olmazsa olmaz! İtiraf etmeliyim ki yemekler oldukça lezizdi ve kendine has bir tadı vardı. Özellikle de borşun ve kvassın o isli tadı hala damağımda diyebilirim. Elbette burası birazcık daha pahalı ama kesinlike buna değer. 

Pravda Beer Theathre ise isminden anlaşılacağı üzere bira teması üzerine kurulu bir mekan. Giriş katında bira ürtetimi de yapan bu mekanın üst katları restorant&pub olarak düzenlenmiş. Tam ortasında ise her gün canlı bir orkestranın müzik çaldığı bir alan oluşturulmuş. Mekanı özel kılan kısım ise hem kendine has bir orkestrası, hem de menüsünde özel yapım biraları olması. Siz de birasever biriyseyiniz çeşitli özel yapım biraları denemek istiyorsanız kesinlikle burası size göre.

Lviv Çikolata Fabrikası ise size ufak bir Charlie'nin çikolata fabrikası deneyimi yaşatıyor. Şehir içinde bir kaç dükkanı olmakla beraber bence en güzel olanı 4 katlı, hem satış, hem de kafe hizmeti veren şubesiydi. Gün içinde sık sık uğradığım bu mekanda  çeşit çeşit çikolatalar, sıcak içecekler sizi kendinizden geçirecek. Özellikle de soğuk ve karlı bir günde çatı katındaki sıcacık ortamdaki mis gibi bir sıcak çikolata harika oldu! Ayrıca taze hazırlanan bitki çaylarını da deneyebilirsiniz.







Cafe Mazoh, Sacher Mazoch ile anılan mazoşizmi tema edinen bir pub&restoran. Burası turistler tarafından çok ilgi görüyor. Girişten itibaren bir kırbaç sesi duyduğunuz, garsonlar tarafından size uygulanmaktan geri kalınmayan bir kıraç bu, değişik bir yer! Kafede seyircilerin aktif katılımı ile çeşitli performasnlar sergileniyor. Bunlar genelde size acı çektirmek üzerine kurulu oluyor. Olur mu öyle saçma şey demeyin bunun çok fazla meraklısı olduğunu göreceksiniz. Farklı bir deneyim için gidilmeli, ama kendinizi garantiye almayı da unutmayın. Siz iyisi mi benim gibi duvar kenarında bir masayı oturun, biranızı alıp olanları seyredin. 



Lviv Kahve evi, kahve yapımının nasıl yapıldığını gösteren bir kahvehane olmakla beraber, arka tarafta kalan ve yerel halkın tercih ettiği camekanlı eski kafe kısmı ile keyifli vakit geçirmek için de ideal bir yer.  Kahvenizi yudumlarken, yağan kar altında sokaktan geçen tramvay ve insanları izlemek, güzel bir kış günü için ideal. Burada Türk kahvesi Lviv kahvesi olarak yanında kahve likörü ile geliyor. Yıllardır Osmanlı ile iç içe olan Leh bölgesi kahve kültürümüzden oldukça etkilenmiş ve buna ufak bir değişiklik yaparak likörü eklemiş. Bu arada kahvenin yanında Lviv usulü cheescake güzel bir tercih. Unutmadan buranın hemen karşısındaki muazzam güzel şekerlemeler yapan şekerciye uğramayı unutmayın. Eminim ki camekandaki şekerden yapılmış rengarenk sanat eserlerine ve heykelciklere bakmaktan gözünüzü alamayacaksınız. 

                        

Bildiğiniz üzere Rusya Ukrayna'nın doğu sınırını ve Kırım'ı ilhak etmiş durumda, ve ülkenin doğusunda yer yer ayrılıkçı çatışmalar da halen devam ediyor. Kime sorsanız farklı bir düşünce hakim, benim izlenimim ise bir zamanlar zaten Polonya sınırlarında olan Lviv'in daha Avrupa yanlısı olduğu, çoğunlukla Ukraynaca, hatta yer yer de Lehçe konuşulan, ve Rus karşıtı milliyetçi görüşlerin hakim olduğu bir bölge. İlerleyen günlerde ise Kiev, daha Rus yanlısı, Rusça'nın ağır bastığı Sovyet ruhu oldukça hissedeceğim bir yer olarak karşıma çıkacak.

Hal böyle olunca da Ukrayna bağımsızlığına atıfta bulunan Kryivka isimli kafeye gitmemek olmaz tabi ki! Kryivka, yerel halkın da sevdiği bir yeraltı sığınağı şeklinde tasarlanan başka bir tematik kafe. Girişte parola sorulan bu yere girmek için "Slava Ukraini" (Çok yaşa Ukrayna!) demeniz gerekiyor. Tabi ki başımda gündüz pazardan aldığım kalpağım ve bıyıklarım ile sorgusuz sualsiz içeri alınıyorum. Haha! Bir yere gidince oranın yerlisi gibi olmak kadar sevdiğim bir şey yok!


2 gün Lviv'in tadını dolu dolu çıkarttıktan sonra sabah erkenden tren istasyonuna geliyorum. Biletimi internetten almıştım, çıktısını gösterdikten sonra 6 kişilik kompartmanda cam kenarındaki yerimi alıyorum. Tren oldukça modern ve güzel.  Dün gece başlayan kar ise hafif hafif devam ediyor. Birazdan ayrılış düdüğü çalıyor ve tren ağır ağır istasyondan ayrılıyor, önümüzde Ukrayna bozkırlarını aşıp Kiev'e giden oldukça uzun bir yol var. Sonrasında ise beklenen gün Pripyat ve Çernobil keşfi!

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Çernobil'e doğru...

Lviv tren garında soğuk bir aralık sabahı, kar atıştırıyor... Eşyalarımı yerleştirdikten sonra cam kenarındaki yerime geçiyorum, kısa bir bekleyişin ardından yavaş yavaş hareket ediyor tren, kısa bir süre içinde şehirden çıkıp Ukrayna'nın uçsuz bucaksız bozkırlarına doğru yol almaya başlıyoruz.
Bir kaç gündür yağan kar her yeri bembeyaz bir örtüyle kaplamış, camdan gördüğüm uçsuz bucaksız bir beyazlık, bazen güzel çam ormanlarından, bazen kayın ormanlarından geçiyoruz, köylerin arasından... Her şey çok uzakta her şey beyaz, bembeyaz... Tıpkı Nazım'ın karlı kayın ormanı gibi...

Memleket mi, yıldızlar mı,

gençliğim mi daha uzak?


Kiev tran garına vardığımızda etraf kapkaranlık, dışarıda ise bir kar fırtınası... Hep bunu istemiştim, karlar altında bir sovyet şehri! Yavaş adımlarla bu büyük gardan çıkıp uberden bir araç çağırıyorum. Kısa bir süre içine eski püskü bir araç geliyor hemen valizi koyup ön koltuğa yerleşiyorum hava buz gibi. Kar fırtınası içinde Kiev'in geniş caddelerinden, devasa sovyet binalarının arasında geçerek hostele doğru yol alıyoruz. Etrafta fazla araç görmüyorum, sahi bu havada bu araç nasıl gidiyor! Pek de eski bir şey... Bir yanda da sürücü İngilizce bilmese de gideceğim yerin iyi olduğunu anlatmaya çalışıyor, sürekli gut gut diyor. Kısa bir süre sonra Kiev'in arka sokaklarında kara bata çıka da olsa hostele varıyoruz. Hızlıca eşyalarımı odama koyup yemek yemek için dışarıya çıkıyorum, ne de olsa upuzun bir tren yolculuğu yaptım!
Her seferinde bu kadar uzun yolu trenle bir daha gitmeyeceğim desem de yine de kendimi trene binmekten alıkoyamıyorum! Tren yolculuğu uzun da olsa güzeldir! Hele ki o tıkırtısı yok mu!

Takıyorum, 2 gün önce Lviv semt pazarından aldığım sovyet tipi kürklü şapkamı, vuruyorum kendimi Andriivs'kyi yokuşuna, oradan da ver elini Özgürlük Meydanı! Ukrayna'ın tarihe tanıklık eden kalbine! Ne güzel bir gece! Buz gibi bir hava ve karlar altında Kiev! Etrafta çok az insan var onlar da yarın sabah için araçlarını temizlemeye çalışıyor. Her ne kadar alışkın olsalar da, ansızın gelen bu kar fırtınası insanları evlerine sokmuş anlaşılan. Patır patır karları ezen bir ben ve kar sessizliği altında bir Kiev!

Kısaca şehri keşfettikten sonra çok da oyalanmadan geri dönmem gerek, yarın sabah bu meydanda rehber ile buluşup Çernobil'e gideceğim! Bir yazıdan, bir kitaptan taa buralara kadar geldim! Evden binlerce kilometre uzakta, soğuk bir kış gecesinde işte buradayım Özgürlük Meydanı'nda! Özgür hissettiğim yerde!

Kimisine göre olacak iş değil... Çocukluğumda fazlaca Arena, Haberci izledim bunlar hep ruhuma oradan işledi bence! Araştırmaya, öğrenmeye keşfetmeye devam!

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Napoli'den Çernobil'e uzanan bir yol

Bir söz vardır, "Napoli'de 2 kez ağlarsın, ilk kez geldiğinde ve de ayrılırken."  Gerçekten de öyleydi, Napoli'nin hikayelerini duyanları buraya ilk kez geldiklerinde korkutan bir hava vardır, ama bir kez alışıp da sevdin mi bırakamayacak kadar da kendine bağlar insanı.  
*** 

Son pizzalar yendi, arkadaşlar ile vedalaşıldı, her bir geziden toplanan hatıralıklar özenle çantaya yerleştirildi, bavullar kapatıldı. Artık gitmeye hazırım... Nasıl da çabuk geçmiş onca güzel zaman...

Saat 16.15 uçağım Capodichino'nun pistinde koşturmaya başladı, hızlandı yükseldi ve son bir kez daha gördüm kanatlarımın altında evimi, Napoli'nin o güzel manzarasını... Güzel hatıralar ile ayrılıyorum buradan, bir daha ne zaman gelirim hiç bilmiyorum... Kısa bir uçuşun ardından Roma'ya ineceğiz, buradan 21.45'te İstanbul'a hareket edecek olan uçuş beni evime aileme kavuşturacak.

Roma havalimanındaki inanılmaz kalabalığı aşıp pasaport işlemlerini yaptırdıktan sonra öğreniyorum ki uçuşum yaklaşık 4 saat kadar ertelenmiş. Beklemeye koyuluyorum, 15 Temmuz sonrası uçuşların olup olmayacağı bile belli değilken böyle bir uçuşun yapılıyor olması benim için büyük bir şans! Saatler ilerliyor, kapı bilgisi yok, kalkış saati yok, sadece bekliyoruz... Ailemle konuşmuştum fakat açıkcası ülkede tam olarak ne olduğuna dair net bir fikrim yoktu, hala acaba ülkeme dönebilecek miyim diye düşünüyordum. Bir yandan da 4 gün önce başıma gelenler hala aklımda, dağda fırtınaya yakalanıp uçurumun kıyısında hipotermi sınırında geçirdiğim saatler...

Fırtına öncesi son dakikalar / Sentiero Degli Dei /
Campania / İtalya  15 Temmuz 2016 10.30 GMT +1

***

Uzun bir bekleyişin ardından Alitalia'nın Roma-İstanbul seferini yapacak uçağa biniyorum. Gecenin karanlığına doğru kalkıyor uçağımız, göğün sonsuz derinliğinde bulutların içinde kayboluyoruz. Kimi zaman içim geçiyor, kimi zaman başım öne düşüyor...  En sonunda sabah saat 05 sularında Atatürk Havalimanı'nın 05 pistine teker koyuyor uçağımız, o an içimi bir huzur kaplıyor. Pasaport, gümrük, valiz derken karşılama salonunda beni bekleyen aileme koşarak sarılıyorum. Aylar sonra onları görmek ve doyasıya sarılmak ne güzel bir duygu...

Eve doğru yol alırken her yerde 15 Temmuz'un izlerini görüyorum, köşe başlarını tutmuş iş makineleri, yerlerde tank paleti izleri var. O gece olanlara dair öğrenilecek, okunacak çok şey var... Tabi kısa bir alışma sürecinden sonra her şey yine eskisi gibi geliyor gözüme, fakat hissettiklerim hiç de öyle değil. Her gün çıkan yeni bir karar getirilen yeni bir uygulama ile ülkemin ne yöne doğru gideceği ve hayatımı nasıl yönlendireceğim kafamda büyük bir soru işareti oluşturuyor.

Şaşalı bir Erasmus dönemi sonrası eski düzene geri dönmek biraz vakit alıyor haliyle. Yap-boz planlarla geçen bir 5. sınıf dönemi ile kaçınılmaz bir şekilde intörnlük de gelip çatıyor. Oysa benim kafamda o kadar çok soru var ki... TUS'a mı girsem, askere mi gitsem, hekimliği mi bıraksam, tası tarağı toplayıp yurt dışına mı yerleşsem, ve bir daha Napoli'yi ne zaman görebileceğim?

Bir dahiliye intörnünün asli görevi olan,
 kan istemi yapmak ve barkod basmak.
İşte böyle düşünceler içindeyken onkoloji bölümünde dahiliye intörlüğümü bitirdikten sonra pediatriye başlamıştım. Bu süreçte her ne kadar kendimi TUS çalışmaya zorlasam da kendimi gittikçe sürecin dışında kalmış hissediyordum. Meslektaşlarım bir kaç kez TUS tekrarı yapmışken, ben henüz ilk tekrarımı bile adam akıllı bitirmemiştim.  Onkoloji bölümünde çalışmak da moralmen yıpratıcı olmuştu ama gerçeklerle yüzleşmemi de sağlamıştı. Takip ettiğim son evre pankreas kanseri olan bir hastam vardı. Hastalık onu öylesine etkilemişti ki dışarıdan bakan biri babası ile onu yaşıt zannederdi, ne yazık... Bu adamcağıza PTK dediğimiz bir çeşit boşaltıcı sistem takmışlardı, ben de günde 2 kez sistemin çalışıp çalışmadığını kontrol eder, sabahları da ilk iş pansumanını yapardım. Bir sabah geldiğimde odasında yoktu...



Bir pediatri intönü olarak, NFA almaktan
 boş kalan zamanlarda bebekleri severken
Daha sonra başladığımız pediatride ise biraz olsun keyfim yerine gelmişti, her ne kadar ağlayan çocuklar olsa da ufaklıklar ile ilgilenmek beni canlandırmıştı, özellikle de yeni doğanların muayenelerini büyük bir keyifle yapıyordum. Hayatın anlamına dair derin düşüncelere daldım yine... Yaşam, ilk ve son nefes arasında göz açıp kapayıncaya kadar uçup gidiyordu. Biz ise günlük dertler ve koşuşturmalar ile bunun farkına bile varmıyorduk, ta ki hayat ben buradayım diyerek kafanıza topuzunu indirene kadar...



Ben de biraz olsun kafam dağılsın diye kendimi okumaya ve kitaplara verdim, yine bir gece internette çeşitli yazılar okurken 1986 yılındaki nükleer felaket sonrası kapatılan Çernobil ve Pripyat bölgesinin özel izinle gezilebildiğini ve son yıllarda bunun daha da kolaylaştığını okudum.

Sayfalar ve linkler birbirini kovaladı o gece, The Guardian'da Svetlena Alexievich tarafından yazılan Chernobyl Prayer / Voices from Chernobyl isimli kitabın bir kısmını okuma şansım oldu, itfaiye eri Vasily Ignatenko'nun hikayesi beni derinden etkiledi. Bu kitabı mutlaka okumalıydım, kitabın Türkçe çevirisi mevcutmuş, bu sayede hemen alıp okuma şansım oldu. Okudukça da Çernobil'e karşı olan ilgim derinleşti, her sayfada bu insanların başına gelen felakete karşı derin bir empati kuruyordum... Daha önce belgesellerini izlemiş, hatta lisede proje ödevi olarak nükleer santralleri anlatmıştım, fakat bu kitap hiç kimsenin anlatmadığı bir biçimde işin insani boyutunu gözler önüne seriyordu, onların hislerini size yansıtıyordu.

O an karar verdim, evet "Ground zero" denilen ve tüm bu felaketin başladığı 4 numaralı reaktörün olduğu bölgeye gitmeliydim... İçimde karşı konulamaz bir merak ve istek doğmuştu bir kez... Böylece hummalı bir araştırma ve planlamaya giriştim, sonunda kaba taslak bir plan oluşturabildim. Önce Lviv'e uçacak, oradan tren ile Kiev'e geçecek ve beni Çernobil'e götürecek rehber ile buluşacaktım. Geriye bir tek uygun zamanda uçak bileti denk getirmek ve ailemi ikna etmek kalmıştı.

Внимание, Внимание!



12 Mayıs 2020 Salı

Geçtiğimiz günlerde, bunca olayın arasında uzunca bir zamandır oturup da üç beş bir şeyler yazmadığımı fark ettim. Oysa ki en son yazımın üstünden epeyce zaman geçmiş, bu dönemde önce Ukrayna ve yüreklere korku salan bir Çernobil gezisi yapmış sonrasında mecburi hizmet ile Kars'a gitmiştim. Orada da rahat durmamış bölgeyi adım adım keşfe çıkmış, Ani haraberleri, Erzurum-Kars derken bir nöbet ertesi günde kendimi yıllardır hayalini kurduğum Doğu Bayazıt'ta bulmuştum.


İshak Paşa Sarayı - Doğu Bayazıt 2018 



Taa İstanbul'dan Kars'a posta ile pasaportumu getirtip, yenilettikten sonra da ilk fırsatta Van üzerinden tren ile İran'a geçip evden 3198 km öteye Şiraz'a kadar inmiş, Kars'ın iç titreten soğuğundan sonra kendimi İran çöllerinin kavurucu sıcaklarında bulmuştum. Şahane bir İran gezisini çarpıcı ve endişe verici bir sınır geçişi ile sonlandırdıktan sonra kendimi hemen Sarıkamış dağlarına atmış hayatımda ilk kez kayak kaymıştım ve bu spor beni inanılmaz bir şekilde heyecanlandırmıştı.

Tüm bunların arasında dahası bir Transkafkasya rotası çıkartmış gerekli bağlantıları kurmuş ve tam bunu uygulamaya koyacakken, İstanbul'a mezun olduğum üniversitemin aciline asistanlık atamam yapılmasıyla bu geziyi bir süre ertelemek zorunda kalacaktım.

Allahuekber Dağları -Sarıkamış - Kars


Asistanlığa başlamam ile beraber kimi zaman renkli kimi zaman yürek burkan onlarca hikayeye şahit olmuştum. Bu hikayeler ki anlatmakla bitmiyordu ama ben yazma dürtümü kaybetmiştim, belki çok üzgündüm belki de çok ilgisiz. Ta ki geçen hafta yoğun bakıma bir hastamı teslim etmeye gidene kadar...

***
Aralık 2019'dan beri bir bulaşıcı hastalık ile karşı karşıyayız. Corona virüsün yol açtığı bu hastalığı dünya basınına düştüğü ilk andan aralık ayından beri sıkı bir şekilde takip ediyor, her gelişmeyi ve gelecekteki potansiyel durumu inceliyordum. Hatta bir kaç kez hastalığın bu seyri ile pandemiye dönüşmesinin an meselesi olduğunu dile getirsem de çevremden yine "Aman Tunahan sen de yani!" sesleri yükselmişti. Bu konu zaten başlı başına ele almam gereken bir meseledir, zamanı gelince de bu sürecin nasıl geçtiğini yazacağım. Hastalık öyle hızlı bir şekilde yayıldı ki, herkesin bildiği gibi globalleşen dünyada bu kaçınılmazdı, hastalık karşısında ne yapacağımızı şaşırdık, hatta hastalığın adı bile bir kaç kez değişti en sonunda COVID-19 oldu.

Elbette hepimizi etkiledi bu hastalık, yaşam tarzımız değişti, alışkanlıklarımız ve sosyal hayatımız bir anda altüst oldu ama insanoğlu yine de kısa bir sürede duruma kendini adapte etti. Bir taraftan hastalık ile mücadele ederken bir taraftan da hızlı ve etkili yeni çözüm yolları geliştirmeye devam ediyor.

***

O gün covid şüpheli kırmızı alana ambulans ile arrest(kalbi ve solunumu durmuş) olarak getirilen bir hasta, etkili bir resüstasyon sonrasında stabilize edildi ve toraks tomografisinde corona virüs hastalığı (Corona Virus Disease-Covid-19 açılımı bunu ifade eder.) şüphesi olması üzerine hastanın genel durumu itibari ile yoğun bakıma yatış kararı alındı. İşte bu hastayı yoğun bakıma teslim etmek üzere birazdan yola çıkacaktım. Bu süreçte hissettiklerimin benzerini sanırım en son Çernobil gezimde hissetmiştim.


Pripyat hastanesi - Kaza sonrası kontamine
insanların getirildiği radyasyon maruziyetinin
en yüksek olduğu yerlerden biri.
Sürecin en başından beri acil servis içinde etkili yönetim planları düşünmüş ve hastanenin de bunları uygulamasında etkili olmuştuk. Kontaminasyonu en aza indirmek, salgın hastalıklarda ve KBNR vaklarında en önemli hamlelerden biridir, için belirlenen özel bir rota ile ancak acil servisten yoğun bakıma gidilebilir. Önce hazırlığımızı yaptık kişisel koruyucu ekipmanlarımızı tamamladık ve hastamızı ambulansa bindirdik. Kısa bir yolculuğun ardından enfeksiyon hastalıkları dış kapıya ulaştık,aslında aynı binadayız fakat kontaminasyon riskini en aza indirmek için böyle bir rota kullanıyoruz. Yanımda bir hemşiremiz ve personelimiz ile hastamızla enfeksiyon acil kapısından tekrar binaya giriş yapıyoruz. Bu bölgede dış kapıdaki güvenlikten başka hiç kimse yok, yavaşca koridorda ilerliyoruz, bir zamanlar enfeksiyon servisi olan bu alan tamamen sessizliğe gömülmüş durumda, normalde masası dosyalarla dolup taşan servis bankosunda bir tek telefon kalmış, bazı levhalar yerinden düşmüş. Çernobil'in derinliklerine doğru yürüyorum sanki...

Spot ışıkları altında ilerlerken, sessizliği hastamızın monitöründen gelen, kimi zaman geceler boyu rüyalarımda duyduğum, dıdıdıt dıdıt sesi bozuyor, bir an için dalgınlaşıyorum asistanlığımdaki ilk günlerim aklıma geliyor. Kapı açılma sesi ile irkiliyorum, az ileride koridora açılan yol geçici duvar örülerek kapatılmış, üstünde elle yazıldığı belli olan yoğun bakıma gider yazısı var, takip edip asansör ile yoğun bakım ünitesinin önüne çıkıyoruz.

Gergin bir bekleyişin ardından kapı açılıyor ve içeri giriyoruz, burada daha da derin bir sessizlik hakim, çalışanlar bir astronotun uzay yürüyüşündeki gibi sessizce ve dikkatle işlerini yapıyor, hastalar entübe oldukları için sadece monitörlerin alarmları bu derin sessizliği bozuyor. Koridordan geçerken sol tarafta sedyedeki siyah torba dikkatimi çekiyor, bunun bir ceset torbası olduğunu anlamam için geçen süre bir şimşek çakması kadar kısa ve anlık. Hemen sonra ara alana gelip hastamız için hazırlanan odaya hastamızı yerleştiriyoruz bu sırada dikkatimi çeken bir diğer nokta ise her iki yan odanın da boş olması. Hemen onlarında köşelerinde sedyelere ilişik bir şekilde duran siyah torbaları görüyorum. Ölümün soğuk nefesini ensemde en son ne zaman böyle hissetmiştim? Hatırlamıyorum, ama acil serviste gördüğüm ölümler gibi bir şey değildi bu kesinlikle.

Hastamızı teslim edip çıkıyoruz, aklımdaysa onlarca soru... Sessizce acil servise geri dönüyor dekontamine olduktan sonra çalışma alanıma geçiyorum. Aklımda ise ceset torbaları ve hastamız var... Ne olacak önümüzdeki günlerde acaba sağlıklı bir şekilde oradan çıkabilecek mi? Bu sırada yine ambulanslar geliyor gidiyor, 3 hastaya daha corona virüs şüphesi ile servis yatışı veriliyor. Nöbet süremiz doluyor yeni gelen arkadaşlara alanı devir ettikten sonra çıkıp eve geliyorum... Aklımda düşünceler...

***

Her gün sayılardan bahsediliyor televizyonda, internette anlık güncellenen harita bile mevcut. 1-2-3 cenaze, tam üç cenaze, akşama sağlık bakanın açıklayacağı sayılara eklenecek 3 kişi. Aileleri için bir dünya olan 3 kişi, kim bilir belki de hepsi bir ailenin bireyleriydi. Cenazeler kaldırılacak, gömülecek, belki hiç kimseleri gelemeyecek, onlar da ya karantinada ya hastanedeler. İBB cenaze işleri müdürü böyle bir çok vakadan bahsediyor, kimse gelemediği için cenaze işleri çalışanları son görevi yerine getiriyor, önceden belirlenmiş yerlere defin ediliyor hastalar, ne kadar kederli bir durum.

Saygıdeğer Metin hocam bana derdi ki hep, "Hani mortaliteden bahsediyoruz ya, %n her bir hastalık için belirlenmiş rakamlardan... O bir kişi o kişi için %100 mortalite oluyor." İnsan ancak kendi başına gelince bunun farkına varabiliyor sanırım, insanların sayılardan ibaret olmadığını.

Kısacası salgın hastalık bitmiş değil, henüz bitecek gibi de değil, ta ki biz tedavi veya aşının bir yolunu bulana kadar bununla yaşamayı öğrenmeliyiz. O yüzden lütfen azami sabrı gösterelim, hepimiz için kurallara uyalım, hepimiz bunaldık sıkıldık ama o yoğun bakımda olmaktan iyidir.


Kars Harakani Havaalanında Anadolujet'in Boeing 737'sine yakıt yükleyen bir tanker


Yeniden yazmaya başlıyorum bakalım, sizleri geçmiş ama yeni maceralara sürükleyeceğim...

Doyasıya uçacağımız yeni maceralara kanat çırpacağımız günleri de sabırsızlıkla bekliyorum, sağlıkla kalın sevgili dostlar...



18 Ağustos 2017 Cuma

5. Gün / Durmitor'dan Saraybosna'ya

Dün epey yorulmuşuz, bugünkü program biraz daha rahat olunca sabah geç kaktık.
Bol oksijen yanında da güzel bir köy kahvaltısı, oldukça canlandırıcı! Yaylada yetişen hayvanların sütünden hazırlanmış tereyağı, peynir ve taze süt ile bal ve reçel bunların yanında da hamur kızartması ve köy ekmeği, daha ne olsun? Dünkü maceralardan sonra ne olsa yeriz zaten!

Kahvaltı sırasında da Kıbrıs'a gideceğim kesinleştiği için hemen telefona sarılıp uçak biletimi ayarlamaya koyuldum! Sonunda Kıbrıs'a gidiyorum be! Gezi içinde gezi planı yapmak mı? Tam bana göre...

Bu arada kaldığımız yerde bizimle beraber bir İngiliz çift de var. Onlarla biraz sohbet edip çevreye dair bilgiler aldık. Çiftin Karadağ'da evleri olduğu için her yaz buraya tatile geliyorlarmış, ne hoş değil mi?

Sabah sabah epey oyalandıktan sonra biz de arabamıza atlayıp Durmitor'un içlerine doğru yol alıyoruz. Bir yayladan öbür yaylaya geçmek için önce nehir seviyesine kadar inmek gerekiyor. Hal böyle olunca da sonu gelmeyen keskin virajlardan döne döne yayladan aşağı iniyoruz yine... İşte günlerdir gittiğimiz yollar böyle! Dün gece karanlıkta geçtiğimiz yollarda böyleydi sanırım...


En aşağı inince fotoğraflarını gördüğümüz o göle geldik. Fakat göl kurumuş olduğu için beklediğimiz manzara yoktu ama çok daha farklı yemyeşil bir çayır karşıladı bizi. Rüzgarla ahenk içinde dağların arasında dans ediyordu, aynı filmlerde dalgalanan ekin tarlaları gibi... Nefes kesici!


Durmitor içinden Žabljak'a giden diğer yol, vadinin üst kısmında uçurum kenarından gidiyor... Dün biraz benzin aldığımız kasabaya çıkıyor yani. Bu arada yol boyunca yine heyelanlar var, hatta kimi zaman durup yoldaki taştaları temizledikten sonra devam edebiliyoruz.


Bizim de aslında depomuz neredeyse boş, acaba bu yoldan Žabljak'a gidip biraz benzin mi alsak diyoruz? Sonra oraya gidene kadar ben bu arabayı Bosna&Hersek'teki Foca kasabasına kadar götürürüm dedim ve geri yola koyulduk.



Tepelerde biraz dolaştıktan sonra tekrar buraya geri döndük. Göl kenarından dağlara doğru güzel bir trekking rotası varmış. Fakat öncelikle soldaki aç ayının oynamadığını hatırlatalım! Haliyle ekmeğimizi peynirimizi çıkarttık öğlenliğimizi ezdik oracıkta.

Hava iyice kararmaya başladı, gök gürültüsüne göre trekking şansımız yok. Yağmur konusunda tecrübeli biri olarak, yağmurdan önce 10 dakika vaktimiz kaldığını biliyorum. Toplanıp yola koyulma vakti! Dönüş yolunda ise ormanda ufak çaplı bir ralli yaptık. Aslında Karadağ'da WRC yapılsa yeri var, oldukça da keyifli olur! Hemen aşağıda parkuru da izleyebilirsiniz.




Kaldığımız yere vardığımızda ise yağmur iyice kuvvetinin arttırınca yola devam etmek için bekleme kararı aldık. Bu sırada dünkü gibi internet problemi olmasın diye yola çıkmadan önce rota bilgisini ailelerimize de ilettik.

Bugün artık Karadağ'dan çıkacağız, vaktimiz arttığı için de akşam saatlerine doğru Saraybosna'ya varabileceğimizi düşünüyoruz. Önce dün akşam mücadele ile geldiğimiz yolu geçip aşağıdaki köye varacağız oradan da anayola çıkmak için bir başka arayolu geçeceğiz. Bir süre sonra ormanların içinden geçe geçe anayola tepeden bakan noktaya geldik artık buradan aşağı dolana dolana ineceğiz. Taşın içine oyulmuş aydınlatması olmayan bir sürü değişik tünellerden geçip anayola bağlanıyoruz! Artık yol şartları daha düzgün.

Buradan itibaren nehir kenarından sınıra kadar devam edeceğiz. Sınıra yakın bir barajın tuttuğu bu su seviyesinde azalma var, eski fotoğraflarda su yolla aynı seviyede gözüküyordu aslında, ama yaz olduğu için su seviyesinin azaldığını düşündük. Tüneller tepeler derken bir süre sonra baraja vardık. Arabayla üstünden geçeceğiz, hep yapmak istemişimdir bunu! Önce arabayı yolun kenarına bıraktık, sonra da yağmur başladı tekrar. Barajın korkuluklarından karşıdaki manzaraya bakıyorum. Aman tanrım! Bu nasıl bir vadi! Bu efsane görüntüye kitlenip kaldım adeta! Meğerse inanılmaz derin bir vadiymiş burası, şöyle bir düşünülürse barajın arkasında devasa hacimde bir su var! Şu aşağıda otlarla sarılı şey yoksa eski yolun köprüsü mü? İnanılmaz!

Bu sırada bir minibüs durdu, rehber içinden inenlere baraja dair bilgiler veriyordu. Korkuluklardan aşağıyı göstererek baraj duvarının nasıl da göbek verdiğini gösterdi ve ekledi,

"Bu baraj hasarlı ve herhangi bir müdahale yapılmıyor. Eğer yıkılırsa Bosna&Hersek tarafında 5 tane kasabayı haritadan silebilir. Umarız ki yakın zamanda patlamaz!"


Yıkılma tehlikesi olan barajın üstündeyken...
Şaka falan değil, gayet baraj duvarı balon yapmış araba lastiği gibi bize bakıyor. Su seviyesi ise riski azaltmak için kontrollü olarak azaltılmış olmalı diye düşünüyoruz. Baraj yıkılmadan Saraybosna'ya kadar varmamız lazım artık! Arabaya atlayıp tekrar yola çıktık, şimdi barajın bu tarafında vadide nehir seviyesine kadar ineceğiz. Yol boyu rafting tabelaları gördük. Keşke buna ayıracak vakit ve bütçemiz olsaydı. Çünkü hava sisli ve çok mistik bir ortam var şu an! Şuradan 3-5 dinazor geçse tam bir Jurassic Park burası, evet buranın adını Juassic Park koydum! İnsanın ayrılası gelmiyor!

İşte sınıra geldik! Artık çok sevdiğimiz Montenegro'dan çıkıyoruz! Çok güzel zaman geçirdik burada, yıllardır merak ettiğim bir yerdi. Aradığımız doğaya kavuştuk onca zaman sonra, son bir yılki onca sıkıntıdan stresten sonra ilaç gibi geldi.


Sen Montenegro! Hırçın bir sevgili gibisin ama tüm sıkıntılarına göğüs gerene de sırlarını açıyorsun. Şimdi gidiyorum ama bir gün geri döneceğim...

Ayrıca yollar anlatıldığı gibi bozuk değildi, ama tecrübesiz sürücülere ve yükseklik korkusu olanlara da tavsiye edeceğim türden kesinlikle değildi. Onca yıldır yollarda edindiğim epey bir tecrübeden sonra bu yollar, böyle problemli bir araba ile yorucu ama sorunsuz geçti benim için. Hatta zaman zaman sürüş zevkini doruklarda yaşadım diyebilirim.

Buradan çıkıp nehrin üstündeki tek şeritli dar tahta bir köprüden karşı tarafa, Bosna&Hersek'e geçiyoruz. Giriş işlemlerimiz hızlıca tamamlanıyor, hedef Sarajevo, ileri marş!

İki ülke arasında, tahta bir köprü üstünde...

Marş olmasına da bu nasıl bir yol anlayamadık? Heryeri çukur dolu, yer yer kaymış. Normalde çift şeritli olan yol toprak kaymaları ile yer yer tek hatta yarım şeride düşmüş. Az önce kaymak gibi asfaltta yolculuk ederken şimdi bulduğumuz bu yol tam bir kabus. O kadar yol geçtik böyle kötüsüne rastlamamıştık. Ayrıca sınıra doğru da gelen oldukça fazla araç var, yani aktif olarak kullanılan bir yol lakin tamir edilmemiş oluşu düşündürücü.



Tam macera bitti derken, yepyeni bir macera başladı! Yolun bir tarafı sarp kayalık bir tarafı doludizgin akan nehir, yerler ise ıslak ve çamurlu. Araba da zaman zaman yol tutmuyor ve arkadan kayıyor, bunu artık epey hissediyorum. Biraz da terletiyor beni yol, ama umrumda mı? Hiç de değil! Çatur çutur, dolu dizgin Foca'ya doğru direksiyon sallıyorum, çünkü yakıtımız da bitti bitecek! Evet o kadar yolu boş depoyla gezdik! Çünkü araç bize boş depo verilmişti, teslim ederken de boş depo teslim edecektik.

Mücadelenin ardından Foca'ya, ilk benzinliğin olduğu yere vardık. 10KM'lik benzin koyduk arabaya, saate baktık, yolu hesapladık. Akşam 9-10 gibi Saraybosna'da oluruz diye düşündük. Programın aslında bu geceyi sınırı geçtikten sonra bir dinlenme tesisinde araba geçirirz diye düşünmüş ve kalacak yer ayırtmamıştık. Hemen benzinlikteki wi-fi'den Booking'e girip son dakika fırsatlarından Başçarşı'ya yakın bir yer bulduk. İstikamet Saraybosna!

Foca kasabasında, Drina nehri üstünde...

Yine dağların arasından vadilerden Drina nehririn kenarından, sislerin içinden devam ediyoruz. Yolda ise tek tük araba var, bir kasaba çıkışında yine kazaya rastadık. Bu sefer durum kötü, yağışlı havanın etkisiyle kaygan yolda kontrolden çıkan bir araba feci şekilde diğer arabaya çarpmış. Polis yolu kesmiş kanıt topluyordu. Üzüldük...

Dağların arasından dolana dolana vadi içine kurulmuş Saraybosna'ya indik. Kalacağımız yere doğru arka yoldan giderken birden bir patlama sesi geldi. "Okundu okundu top patladı!" Saraybosna'da hâlâ ramazan ayında iftar vaktinde top atılıyor. Hoş bir gelenek! Bu sırada biz de kalacağımız yere vardık, araba çekmeye yer bulamadığımız için biraz turladıktan sonra eskiden hatırladığım bir sokağa daldım direkt, tabi ki de ücretsiz park yerimiz orada bizi bekliyordu. Oradan kalacağımzı yere geçtik fakat bir türlü bulamadık, elimizde adres de var ama tam yeri bulamıyoruz. Sonra zorlayarak açtığımız bir bahçe kapısından içeri girdiğimizde kalacağımız yerin sahipleri bizi karşıladı. Aslında bize mesaj atmışlar fakat internetimiz olmadığı için görmedik. Hızlıca eşyaları indirip üstümüzü değiştik ve doğruca Başçarşı'ya indik!

3 yıl sonra tekrar Petica!

Vay be, tam 3 yıl sonra yine buradayım. Yine çok açım, gün boyu araba kullandım! Gidilecek yer belli! Tıpkı 3 yıl önceki gibi Petica'ya attım kendimi, aynı siparişimi geçtim. Korayla tam bir ziyafet çektik! Üstüne de bir tatlı yedik mi tamamdır! İftar saati sonrası Başçarşı çok hareketli bütün Saraybosna burada diyebilirim. Biraz gezindikten sonra biz de kalacağımız yerin yolunu tuttuk. Yarın tüm gün Saraybosna'dayız, sabah da biraz uyuyalım artık!

Macera dolu günlerin sonuna doğru geliyoruz artık...