Sic parvis magna

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Napoli'den Çernobil'e uzanan bir yol

Bir söz vardır, "Napoli'de 2 kez ağlarsın, ilk kez geldiğinde ve de ayrılırken."  Gerçekten de öyleydi, Napoli'nin hikayelerini duyanları buraya ilk kez geldiklerinde korkutan bir hava vardır, ama bir kez alışıp da sevdin mi bırakamayacak kadar da kendine bağlar insanı.  
*** 

Son pizzalar yendi, arkadaşlar ile vedalaşıldı, her bir geziden toplanan hatıralıklar özenle çantaya yerleştirildi, bavullar kapatıldı. Artık gitmeye hazırım... Nasıl da çabuk geçmiş onca güzel zaman...

Saat 16.15 uçağım Capodichino'nun pistinde koşturmaya başladı, hızlandı yükseldi ve son bir kez daha gördüm kanatlarımın altında evimi, Napoli'nin o güzel manzarasını... Güzel hatıralar ile ayrılıyorum buradan, bir daha ne zaman gelirim hiç bilmiyorum... Kısa bir uçuşun ardından Roma'ya ineceğiz, buradan 21.45'te İstanbul'a hareket edecek olan uçuş beni evime aileme kavuşturacak.

Roma havalimanındaki inanılmaz kalabalığı aşıp pasaport işlemlerini yaptırdıktan sonra öğreniyorum ki uçuşum yaklaşık 4 saat kadar ertelenmiş. Beklemeye koyuluyorum, 15 Temmuz sonrası uçuşların olup olmayacağı bile belli değilken böyle bir uçuşun yapılıyor olması benim için büyük bir şans! Saatler ilerliyor, kapı bilgisi yok, kalkış saati yok, sadece bekliyoruz... Ailemle konuşmuştum fakat açıkcası ülkede tam olarak ne olduğuna dair net bir fikrim yoktu, hala acaba ülkeme dönebilecek miyim diye düşünüyordum. Bir yandan da 4 gün önce başıma gelenler hala aklımda, dağda fırtınaya yakalanıp uçurumun kıyısında hipotermi sınırında geçirdiğim saatler...

Fırtına öncesi son dakikalar / Sentiero Degli Dei /
Campania / İtalya  15 Temmuz 2016 10.30 GMT +1

***

Uzun bir bekleyişin ardından Alitalia'nın Roma-İstanbul seferini yapacak uçağa biniyorum. Gecenin karanlığına doğru kalkıyor uçağımız, göğün sonsuz derinliğinde bulutların içinde kayboluyoruz. Kimi zaman içim geçiyor, kimi zaman başım öne düşüyor...  En sonunda sabah saat 05 sularında Atatürk Havalimanı'nın 05 pistine teker koyuyor uçağımız, o an içimi bir huzur kaplıyor. Pasaport, gümrük, valiz derken karşılama salonunda beni bekleyen aileme koşarak sarılıyorum. Aylar sonra onları görmek ve doyasıya sarılmak ne güzel bir duygu...

Eve doğru yol alırken her yerde 15 Temmuz'un izlerini görüyorum, köşe başlarını tutmuş iş makineleri, yerlerde tank paleti izleri var. O gece olanlara dair öğrenilecek, okunacak çok şey var... Tabi kısa bir alışma sürecinden sonra her şey yine eskisi gibi geliyor gözüme, fakat hissettiklerim hiç de öyle değil. Her gün çıkan yeni bir karar getirilen yeni bir uygulama ile ülkemin ne yöne doğru gideceği ve hayatımı nasıl yönlendireceğim kafamda büyük bir soru işareti oluşturuyor.

Şaşalı bir Erasmus dönemi sonrası eski düzene geri dönmek biraz vakit alıyor haliyle. Yap-boz planlarla geçen bir 5. sınıf dönemi ile kaçınılmaz bir şekilde intörnlük de gelip çatıyor. Oysa benim kafamda o kadar çok soru var ki... TUS'a mı girsem, askere mi gitsem, hekimliği mi bıraksam, tası tarağı toplayıp yurt dışına mı yerleşsem, ve bir daha Napoli'yi ne zaman görebileceğim?

Bir dahiliye intörnünün asli görevi olan,
 kan istemi yapmak ve barkod basmak.
İşte böyle düşünceler içindeyken onkoloji bölümünde dahiliye intörlüğümü bitirdikten sonra pediatriye başlamıştım. Bu süreçte her ne kadar kendimi TUS çalışmaya zorlasam da kendimi gittikçe sürecin dışında kalmış hissediyordum. Meslektaşlarım bir kaç kez TUS tekrarı yapmışken, ben henüz ilk tekrarımı bile adam akıllı bitirmemiştim.  Onkoloji bölümünde çalışmak da moralmen yıpratıcı olmuştu ama gerçeklerle yüzleşmemi de sağlamıştı. Takip ettiğim son evre pankreas kanseri olan bir hastam vardı. Hastalık onu öylesine etkilemişti ki dışarıdan bakan biri babası ile onu yaşıt zannederdi, ne yazık... Bu adamcağıza PTK dediğimiz bir çeşit boşaltıcı sistem takmışlardı, ben de günde 2 kez sistemin çalışıp çalışmadığını kontrol eder, sabahları da ilk iş pansumanını yapardım. Bir sabah geldiğimde odasında yoktu...



Bir pediatri intönü olarak, NFA almaktan
 boş kalan zamanlarda bebekleri severken
Daha sonra başladığımız pediatride ise biraz olsun keyfim yerine gelmişti, her ne kadar ağlayan çocuklar olsa da ufaklıklar ile ilgilenmek beni canlandırmıştı, özellikle de yeni doğanların muayenelerini büyük bir keyifle yapıyordum. Hayatın anlamına dair derin düşüncelere daldım yine... Yaşam, ilk ve son nefes arasında göz açıp kapayıncaya kadar uçup gidiyordu. Biz ise günlük dertler ve koşuşturmalar ile bunun farkına bile varmıyorduk, ta ki hayat ben buradayım diyerek kafanıza topuzunu indirene kadar...



Ben de biraz olsun kafam dağılsın diye kendimi okumaya ve kitaplara verdim, yine bir gece internette çeşitli yazılar okurken 1986 yılındaki nükleer felaket sonrası kapatılan Çernobil ve Pripyat bölgesinin özel izinle gezilebildiğini ve son yıllarda bunun daha da kolaylaştığını okudum.

Sayfalar ve linkler birbirini kovaladı o gece, The Guardian'da Svetlena Alexievich tarafından yazılan Chernobyl Prayer / Voices from Chernobyl isimli kitabın bir kısmını okuma şansım oldu, itfaiye eri Vasily Ignatenko'nun hikayesi beni derinden etkiledi. Bu kitabı mutlaka okumalıydım, kitabın Türkçe çevirisi mevcutmuş, bu sayede hemen alıp okuma şansım oldu. Okudukça da Çernobil'e karşı olan ilgim derinleşti, her sayfada bu insanların başına gelen felakete karşı derin bir empati kuruyordum... Daha önce belgesellerini izlemiş, hatta lisede proje ödevi olarak nükleer santralleri anlatmıştım, fakat bu kitap hiç kimsenin anlatmadığı bir biçimde işin insani boyutunu gözler önüne seriyordu, onların hislerini size yansıtıyordu.

O an karar verdim, evet "Ground zero" denilen ve tüm bu felaketin başladığı 4 numaralı reaktörün olduğu bölgeye gitmeliydim... İçimde karşı konulamaz bir merak ve istek doğmuştu bir kez... Böylece hummalı bir araştırma ve planlamaya giriştim, sonunda kaba taslak bir plan oluşturabildim. Önce Lviv'e uçacak, oradan tren ile Kiev'e geçecek ve beni Çernobil'e götürecek rehber ile buluşacaktım. Geriye bir tek uygun zamanda uçak bileti denk getirmek ve ailemi ikna etmek kalmıştı.

Внимание, Внимание!



12 Mayıs 2020 Salı

Geçtiğimiz günlerde, bunca olayın arasında uzunca bir zamandır oturup da üç beş bir şeyler yazmadığımı fark ettim. Oysa ki en son yazımın üstünden epeyce zaman geçmiş, bu dönemde önce Ukrayna ve yüreklere korku salan bir Çernobil gezisi yapmış sonrasında mecburi hizmet ile Kars'a gitmiştim. Orada da rahat durmamış bölgeyi adım adım keşfe çıkmış, Ani haraberleri, Erzurum-Kars derken bir nöbet ertesi günde kendimi yıllardır hayalini kurduğum Doğu Bayazıt'ta bulmuştum.


İshak Paşa Sarayı - Doğu Bayazıt 2018 



Taa İstanbul'dan Kars'a posta ile pasaportumu getirtip, yenilettikten sonra da ilk fırsatta Van üzerinden tren ile İran'a geçip evden 3198 km öteye Şiraz'a kadar inmiş, Kars'ın iç titreten soğuğundan sonra kendimi İran çöllerinin kavurucu sıcaklarında bulmuştum. Şahane bir İran gezisini çarpıcı ve endişe verici bir sınır geçişi ile sonlandırdıktan sonra kendimi hemen Sarıkamış dağlarına atmış hayatımda ilk kez kayak kaymıştım ve bu spor beni inanılmaz bir şekilde heyecanlandırmıştı.

Tüm bunların arasında dahası bir Transkafkasya rotası çıkartmış gerekli bağlantıları kurmuş ve tam bunu uygulamaya koyacakken, İstanbul'a mezun olduğum üniversitemin aciline asistanlık atamam yapılmasıyla bu geziyi bir süre ertelemek zorunda kalacaktım.

Allahuekber Dağları -Sarıkamış - Kars


Asistanlığa başlamam ile beraber kimi zaman renkli kimi zaman yürek burkan onlarca hikayeye şahit olmuştum. Bu hikayeler ki anlatmakla bitmiyordu ama ben yazma dürtümü kaybetmiştim, belki çok üzgündüm belki de çok ilgisiz. Ta ki geçen hafta yoğun bakıma bir hastamı teslim etmeye gidene kadar...

***
Aralık 2019'dan beri bir bulaşıcı hastalık ile karşı karşıyayız. Corona virüsün yol açtığı bu hastalığı dünya basınına düştüğü ilk andan aralık ayından beri sıkı bir şekilde takip ediyor, her gelişmeyi ve gelecekteki potansiyel durumu inceliyordum. Hatta bir kaç kez hastalığın bu seyri ile pandemiye dönüşmesinin an meselesi olduğunu dile getirsem de çevremden yine "Aman Tunahan sen de yani!" sesleri yükselmişti. Bu konu zaten başlı başına ele almam gereken bir meseledir, zamanı gelince de bu sürecin nasıl geçtiğini yazacağım. Hastalık öyle hızlı bir şekilde yayıldı ki, herkesin bildiği gibi globalleşen dünyada bu kaçınılmazdı, hastalık karşısında ne yapacağımızı şaşırdık, hatta hastalığın adı bile bir kaç kez değişti en sonunda COVID-19 oldu.

Elbette hepimizi etkiledi bu hastalık, yaşam tarzımız değişti, alışkanlıklarımız ve sosyal hayatımız bir anda altüst oldu ama insanoğlu yine de kısa bir sürede duruma kendini adapte etti. Bir taraftan hastalık ile mücadele ederken bir taraftan da hızlı ve etkili yeni çözüm yolları geliştirmeye devam ediyor.

***

O gün covid şüpheli kırmızı alana ambulans ile arrest(kalbi ve solunumu durmuş) olarak getirilen bir hasta, etkili bir resüstasyon sonrasında stabilize edildi ve toraks tomografisinde corona virüs hastalığı (Corona Virus Disease-Covid-19 açılımı bunu ifade eder.) şüphesi olması üzerine hastanın genel durumu itibari ile yoğun bakıma yatış kararı alındı. İşte bu hastayı yoğun bakıma teslim etmek üzere birazdan yola çıkacaktım. Bu süreçte hissettiklerimin benzerini sanırım en son Çernobil gezimde hissetmiştim.


Pripyat hastanesi - Kaza sonrası kontamine
insanların getirildiği radyasyon maruziyetinin
en yüksek olduğu yerlerden biri.
Sürecin en başından beri acil servis içinde etkili yönetim planları düşünmüş ve hastanenin de bunları uygulamasında etkili olmuştuk. Kontaminasyonu en aza indirmek, salgın hastalıklarda ve KBNR vaklarında en önemli hamlelerden biridir, için belirlenen özel bir rota ile ancak acil servisten yoğun bakıma gidilebilir. Önce hazırlığımızı yaptık kişisel koruyucu ekipmanlarımızı tamamladık ve hastamızı ambulansa bindirdik. Kısa bir yolculuğun ardından enfeksiyon hastalıkları dış kapıya ulaştık,aslında aynı binadayız fakat kontaminasyon riskini en aza indirmek için böyle bir rota kullanıyoruz. Yanımda bir hemşiremiz ve personelimiz ile hastamızla enfeksiyon acil kapısından tekrar binaya giriş yapıyoruz. Bu bölgede dış kapıdaki güvenlikten başka hiç kimse yok, yavaşca koridorda ilerliyoruz, bir zamanlar enfeksiyon servisi olan bu alan tamamen sessizliğe gömülmüş durumda, normalde masası dosyalarla dolup taşan servis bankosunda bir tek telefon kalmış, bazı levhalar yerinden düşmüş. Çernobil'in derinliklerine doğru yürüyorum sanki...

Spot ışıkları altında ilerlerken, sessizliği hastamızın monitöründen gelen, kimi zaman geceler boyu rüyalarımda duyduğum, dıdıdıt dıdıt sesi bozuyor, bir an için dalgınlaşıyorum asistanlığımdaki ilk günlerim aklıma geliyor. Kapı açılma sesi ile irkiliyorum, az ileride koridora açılan yol geçici duvar örülerek kapatılmış, üstünde elle yazıldığı belli olan yoğun bakıma gider yazısı var, takip edip asansör ile yoğun bakım ünitesinin önüne çıkıyoruz.

Gergin bir bekleyişin ardından kapı açılıyor ve içeri giriyoruz, burada daha da derin bir sessizlik hakim, çalışanlar bir astronotun uzay yürüyüşündeki gibi sessizce ve dikkatle işlerini yapıyor, hastalar entübe oldukları için sadece monitörlerin alarmları bu derin sessizliği bozuyor. Koridordan geçerken sol tarafta sedyedeki siyah torba dikkatimi çekiyor, bunun bir ceset torbası olduğunu anlamam için geçen süre bir şimşek çakması kadar kısa ve anlık. Hemen sonra ara alana gelip hastamız için hazırlanan odaya hastamızı yerleştiriyoruz bu sırada dikkatimi çeken bir diğer nokta ise her iki yan odanın da boş olması. Hemen onlarında köşelerinde sedyelere ilişik bir şekilde duran siyah torbaları görüyorum. Ölümün soğuk nefesini ensemde en son ne zaman böyle hissetmiştim? Hatırlamıyorum, ama acil serviste gördüğüm ölümler gibi bir şey değildi bu kesinlikle.

Hastamızı teslim edip çıkıyoruz, aklımdaysa onlarca soru... Sessizce acil servise geri dönüyor dekontamine olduktan sonra çalışma alanıma geçiyorum. Aklımda ise ceset torbaları ve hastamız var... Ne olacak önümüzdeki günlerde acaba sağlıklı bir şekilde oradan çıkabilecek mi? Bu sırada yine ambulanslar geliyor gidiyor, 3 hastaya daha corona virüs şüphesi ile servis yatışı veriliyor. Nöbet süremiz doluyor yeni gelen arkadaşlara alanı devir ettikten sonra çıkıp eve geliyorum... Aklımda düşünceler...

***

Her gün sayılardan bahsediliyor televizyonda, internette anlık güncellenen harita bile mevcut. 1-2-3 cenaze, tam üç cenaze, akşama sağlık bakanın açıklayacağı sayılara eklenecek 3 kişi. Aileleri için bir dünya olan 3 kişi, kim bilir belki de hepsi bir ailenin bireyleriydi. Cenazeler kaldırılacak, gömülecek, belki hiç kimseleri gelemeyecek, onlar da ya karantinada ya hastanedeler. İBB cenaze işleri müdürü böyle bir çok vakadan bahsediyor, kimse gelemediği için cenaze işleri çalışanları son görevi yerine getiriyor, önceden belirlenmiş yerlere defin ediliyor hastalar, ne kadar kederli bir durum.

Saygıdeğer Metin hocam bana derdi ki hep, "Hani mortaliteden bahsediyoruz ya, %n her bir hastalık için belirlenmiş rakamlardan... O bir kişi o kişi için %100 mortalite oluyor." İnsan ancak kendi başına gelince bunun farkına varabiliyor sanırım, insanların sayılardan ibaret olmadığını.

Kısacası salgın hastalık bitmiş değil, henüz bitecek gibi de değil, ta ki biz tedavi veya aşının bir yolunu bulana kadar bununla yaşamayı öğrenmeliyiz. O yüzden lütfen azami sabrı gösterelim, hepimiz için kurallara uyalım, hepimiz bunaldık sıkıldık ama o yoğun bakımda olmaktan iyidir.


Kars Harakani Havaalanında Anadolujet'in Boeing 737'sine yakıt yükleyen bir tanker


Yeniden yazmaya başlıyorum bakalım, sizleri geçmiş ama yeni maceralara sürükleyeceğim...

Doyasıya uçacağımız yeni maceralara kanat çırpacağımız günleri de sabırsızlıkla bekliyorum, sağlıkla kalın sevgili dostlar...