Sic parvis magna

22 Kasım 2016 Salı

Geçerken 5 dakika...

Bayramlarda babam hep derdi ki, "Geçerken 5 dakika şuraya da uğrayalım, hem onları da görürüz."
Öyle öyle o kadar yer ziyaret ederdik ki... Ama her gittiğimiz yerde ziyaret ettiğimiz insanlar ne mutlu olurdu.

Yıllar içinde babamdan öğrendiğim 5 dakika dahi olsa birini ziyaret etme davranışını kendimle harmanlayarak bir üst noktaya getirdim sanırım. Geçerken 5 dakika da şuraya uğrayayım şuraları da göreyim, şunu da yaparım diyerek yaşamaya başladım.

Bilinçaltıma öyle yerleşmiş ki bu alışkanlığım, bu durumu ciddi olarak ilk kez bir transit seyahatimde farkettim. Napoli'den Roma'ya geçip, oradan da uçağa binecektim, arada çok az da olsa boş vaktim vardı. 

Peki duracak mıydım?
Bir koşu Roma merkeze indim, 5 dakikada tiramisu yedim,  Trevi'ye bozuk paramı da attım hatta bir müzeye de ucundan girdim çıktım. Sonra Roma havalimanı oradan da Fas...


Hayat kısa işte ömür geçiyor... Bugün 5 dakika da olsa görebildiğimiz sevdiklerimizi yarın da görebileceğimizi kim garantileyebilir?

5 dakika dahi olsa göz ucuyla görebileceğimiz yerlere bir daha ne zaman, nasıl gidebileceğimizi nereden bilebiliriz ki?

O yüzdendir ki 5 dakika bile olsa değer verdiğim birini görmek için katettiğim mesafe yüzlerce kilometre dahi olsa sıkmaz canımı. O yüzdendir ki ana yoldan sapıp, kahverengi tabelaları takip ederim. Mesafeler ve kısıtlı zaman alıkoymaz beni...


Geçerken 5 dakika da olsa görüşmek üzere

Fırtınalar da kopsa...


... Bir ayağınız uçurumun kenarında da olsa, zaman zaman kayıp düşeyazsanız da yolunuza emin adımlarla devam edin. Tam bitti dediğinizde en kuvvetli haliyle tekrar da vursa o fırtına, bilin ki er ya da geç dinecektir.

Elbette verilen mücadele, çekilen çile gözardı edilemez, fakat fırtına dindiğinde çıkan güneş biraz önce çektiğiniz tüm çileyi alıp götürecek hatta size yeni fırsatlar sunacaktır.

Hipoterminin kıyısında

Sentiore degli dei / İtalya
15.07.2016 13.00

21 Kasım 2016 Pazartesi

Tüm kaybettiklerimizin anısına...

Herkes zor zamanlardan geçer... Elbette hiçbir şey sonuçları değiştiremez ama birlikte olursak o günler de geçer...



Her ne kadar kıyısından olaya dahil olsam da o günler hayatımı akışını en çok etkileyen zamanlardı. Hatta hayata bakış açımı baştan aşağı değiştirdi diyebilirim. Şimdi geriye dönüp baktığımda yine çok farklı hissediyorum. Yıllar sonra ilk kez yazmaya çalışacağım, tek seferlik bir yazıdan ziyade bir seri şeklinde olacak sanırım bu sefer. Hiç bir şeyi atlamak istemiyorum, çünkü bir gün hafızam beni yanıltırsa buraya dönüp bakacağım ve o günleri hatırlayacağım.


Tüm kaybettiklerimizin anısına...  


  

17 Kasım 2016 Perşembe

Bir otostop hikayesi

Epeyce bir süredir işler güçler sınavlar derken yazamadım. Bu sefer size Makedonya'daki bir maceramı anlatacağım.

Makedonya'ya EMSA'nın bir etkinliği için gitmiştim. Etkinlik bahane gezip eğlenmek şahane!

Bu arada ilk defa yurtdışına çıkacaktım, ve yıllardır beklediğim o gezi hayalleri önüme düşmüştü. Makedonya'dan sonra Sırbistan, Bosna&Hersek Arnavutluk ve Karadağ görülecekti. Kaba taslak bir plan yapmıştım. Fakat etkinlik sonrası gezi fikrimi evdekilere kabul ettirmek çok zor oldu. Anlaşmazlıkları ise uçak biletini alarak bir anda aşmış oldum. Artık yapacak bir şey yoktu...

Planlar programlar derken Makedonya'ya uçtum, ekip bizi karşıladı vs, sonra etkinliğin yapılacağı Ohrid kasabasına doğru yola çıktık. Bu sırada kalabalık bir Türk grubu olduğumuzu da belirtmeliyim.
İyi ki o zaman gitmişim bu etkinliğe, çok güzel arkadaşlıklar kazandım. Hâlâ gerek Makedonlar gerek diğer Türk arkadaşlar olsun görüşüyoruz, haberleşiyoruz.

Ama birazdan anlatacaklarım daha farklı...

Kursun olduğu Ohrid kasabasının civarında Arnavutluk sınırında St.Naum kilisesi ve milli parkı var. İnanılmaz güzel bir yermiş, dedim buraya kesin gitmeliyim ama nasıl yapmalı? Ulaşımı sağlamak ciddi bir problem, zaten Balkanlarda iyi bir iletişim ağı yok, ve gitmek istediğim yer de epey uzakta. Haliyle toplu ulaşım da yok gibi bir şey. Kaldığımız otel de kasaba merkezinden uzakta bir yerde. Fakat otelin önünden geçen bir minibüs olduğunu duydum. Bir müddet bekledikten sonra minibüsün aslında oraya gitmediğini öğrendim. Ama pes etmek yok! Oraya gitmeyi kafaya koydum bir kere! Hop hemen otostop çekmeye başladım! Bir önceki gün de otelden kasaba merkezine otostopla gitmiş gelmiştim. (Sanırım ilk otostoplarımdı bunlar da)
      


Bir müddet gelen geçeni selamladım, kimse bu yönde durmaya istekli değil herhalde derken, 99 model Hollanda plakalı bir Passat Variant durdu. Dediler ki atla gittiğimiz yere kadar bırakalım. Hay hay! Atladım arka koltuğa...
Önde iki adam, arkada birinin eşi ve 2 tane minik çocuk. Tipik Felemenk ailesi! Muhabbet sohbet derken, öndeki adamın biri Makedon çıktı. Uzun yıllar Sultanahmet'te halı satmış sonra Makedonya'ya geri dönmüş. Gezi parkı ağaçlar falan derken, epey takip etmiş olayları biliyordu yani, bunlar plaja vardılar, yolumuz ayrıldı benim daha gideceğim epey bir yolum varmış...

Tekrar koyuldum yola, bir iki otostop denedim baktım hiç duran yok ilerlemeye devam...
Az ileride ören yeri girişi gibi bir yer gördüm. Oraya gitmeye karar verdim. Ören yerinin otoparkında iki tane araba var. Biri oldukça eski bir Fiat Uno, diğeri ise giriş seviyesi bir Ford Fiesta. İlk araç olsa olsa müze görevlilerinin olur dedim, ama ikinci araç tam bir kiralık araç! Evreka, içeride kesin birileri vardır! Yani her şey inspeksiyonla başlar arkadaşlar.
Kapıdaki görevlilerle biraz konuştum, biraz oyalandım bekliyorum ki Fiesta'nın sahibi çıksın!

Ta da...! İşte Türkçe konuşan bir çift kapıya doğru yaklaşıyor ve araç da onların!
Hemen olaya bodoslama dalıp eğer o yöne gidiyorlarsa beni de götürürler mi acaba diyorum ve o unutulmaz yolculuk başlıyor. Şans benden yana o gün!

Yunus abi ve Arzu abla ile böyle tanıştık işte, onlar da araba ile Makedonya'yı geziyorlarmış. Eğlenceli bir yolculuğun ardından Arnavutluk sınırındaki St.Naum'a vardık. Burası inanılmaz bir yer! Tepede bir kilise aşağıda ise bir milli park var. Her yerde tavus kuşları özgürce geziyor. Bir de öyle bir gölet var ki burada, gerçek ötesi...

Oturduk Türk kahvelerimizi içtik, falan derken Yunus abi ve Arzu abla beni gezilerine davet ettiler. İlerleyen günlerde Manastır'a da gideceklermiş. Düşünün daha az önce tanıştık ama nasıl iyi insanlar anlatamam size. O zamanlar şimdiki kadar aktif değildim maalesef biraz da çekingendim. Çok ısrar ettiler ama nazikçe tekliflerini reddettim. Bir gün Eskişehir'de onları ziyaret edeceğime dair söz verdim. Hâlâ sözümü tutamadım ama aklımdan çıkmış da değil.


                 


Daha sonra dönüş yolunda bir İngiliz çiftle karşılaştık. Onlar da minibüs olmadığından ortada kalmışlar. Ne yapalım dediler bana? E dedim alalım tabi ki de! Otostopçu arabaya otostopçu alıyor ahahaha!
İngiliz çift de bir hafta sonra Türkiye'ye gidecekmiş. Bize absürt sorular sorunca, deveye mi biniyorsunuz, herkes çarşaf mı giyiyor gibi Arzu abla dayanamadı basdı feryadı! İngilizce bilse neler anlatacaktı onlara!  Sonra beni geçerken otelin önünde bıraktılar. Bu arada tüm gün benden haber alamayan arkadaşlar da beni merak etmiş, ben de ordan oraya macera peşinde koşuyorum işte.



Bu da böyle bir anımdır işte.